“Sektörel Uyanış Projesi” yarının profesyonellerini yetiştiriyor!

İyi eğitim gören, farklı düşünen, ülkemizi başarılı bir geleceğe taşıyan bireyler yetiştirmenin gereğine inanan Türk Eğitim Derneği, başarılı ama maddi imkânlardan yoksun çocuklara sahip çıkarak vermekte olduğu burslara 2009 yılı itibariyle hedef koydu ve “10.000 Genç Meşale Daha Aydınlık Türkiye” kampanyası ile Türkiye çapında bir eğitim seferberliği başlattı. Kampanya kapsamında oluşturulan “Sektörel Uyanış Projesi” ise farklı sektörlerin eğitim sistemine katkıda bulunmasını sağlamak üzere geliştirildi.

Çeşitli sektörlerde başarılı olmuş uzman ve liderlerle işbirliğine gidilerek bu kişilerin “10.000 Genç Meşale Daha Aydınlık Türkiye” kampanyasına katkıda bulunabilmelerini sağlayan “Sektörel Uyanış Projesi”ne ilk destek tıp ve hukuk camialarından geldi.

Bu doğrultuda Meme Cerrahisi Uzmanı Dr. Meral Demirel ve Avukat Rezzan Arıemre, bireysel kazançlarının bir bölümünü Türk Eğitim Derneği ile paylaşmak için gönüllü oldular. Demirel ve Arıemre, katıldıkları seminerlerden elde ettikleri gelirin tamamını da Türk Eğitim Derneği’ne aktararak maddi yetersizlikler yüzünden pırıltısını gösteremeyen başarılı çocukları aramıza katmak için önemli bir adım attılar. Dr. Meral Demirel ve Avukat Rezzan Arıemre ayrıca, hasta ve müvekkillerini “Sektörel Uyanış Projesi” hakkında bilinçlendirerek onların da bir çocuğun okutulmasına katkıda bulunmalarını sağlıyorlar.

‘Öğretmene Yatırım, Geleceğe Atılım.’

Türk Eğitim Sistemi’nin içinde bulunduğu durum, kuma saplanmış, sürekli patinaj atma durumuyla karşı karşıya bırakılan, hala 1960’lardan kalma davranışçı öğretme anlayışını yansıtan 2000’lerin engebeli arazisinde yol almaya çalışan bir binek arabası görünümündedir, Arada bir bakıma sokulsa da, iyileştirme çabaları gösterilse de, bu sistem artık yol almakta zorlanmaktadır.
Yeni okul binaları yapılmakta, içleri donatılmakta öğrencilere çeşitli sınavlar verilmekte, yeni müfredat programları uygulanmaya başlanmakta ancak bu binaların amacına ulaşmasını sağlayacak, öğrencileri yetiştirecek, programları uygulayacak, olan ‘öğretmenlerin’ eğitimdeki yeri bu toz duman içinde tamamen ihmal edilmektedir. Uluslararası pek çok araştırma, öğretmen kalitesinin öğrencilerde öğrenme sonuçları açısından en önemli bir belirleyici faktör olduğunu göstermektedir. Öğrencilerin başarısında öğretmen kalitesinin rolü, sınıf kaynakları, müfredat ve değerlendirme uygulamaları gibi diğer etkenlerden çok daha büyüktür. Acaba bu rol politika yapıcılar tarafından yeterince anlaşılmakta mıdır?

Türk Eğitim Derneği’nin 2009 yılında yaptığı ‘Türkiye’de Öğretmenlik Mesleği Yeterlikleri Araştırması’ çok çarpıcı sonuçlar ortaya koymuştur. Bunlardan bazıları şöyledir.
• Öğretmenlerimizi doğru düzgün eğitememekteyiz. Eğitim fakültelerinde verilen eğitim ne yazık ki yetersiz kalmaktadır. Örneğin, Dicle Üniversitesi Siirt Eğitim Fakültesi’nde öğretim üyesi başına düşen öğrenci sayısı 867’dir. Kafkas Üniversitesi’nde derslik başına düşen öğrenci sayısı 190’dır. Eğitim fakültelerinde önemli alt yapı sorunları da bulunmaktadır. 22 eğitim fakültesinde fizik laboratuarı, 20’sinde kimya laboratuarı ve 19 eğitim fakültesinde biyoloji laboratuarı bulunmamaktadır. İnönü Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nde bir bilgisayara düşen öğrenci sayısı 169, Uşak Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nde ise 166’dır. Anadolu Üniversitesi Açık Öğretim Fakültesi Okul Öncesi Öğretmenliği Programında 2050 kontenjan bulunmaktadır. Çocukların gelecekteki yaşamının şekillendiği 0-6 yaş gurubu öğretmenliği için, uygulama yetersizliğinin olduğu açık öğretimde öğretmen yetiştirilmeye çalışılmaktadır. Öğretmen adayları KPSS’de 60 soruluk Genel Kültür Sınavında ortalama 34.5 puan, 120 soruluk Eğitim Bilimleri Sınavı’nda 84 puan alabilmektedirler.
• Öğretmenlerimizi sosyo-ekonomik açıdan ihmal etmekteyiz. Öğretmenlerin yıllık gelir durumu uluslar arası ortalamalardan yaklaşık % 50 azdır. Öğretmenlerin %32’si 1500 TL’den daha az aylık hane halkı gelirine sahiptir. 15 yıllık bir öğretmenin yıllık maaşı Türkiye’de ortalama 15 bin 693 dolar, OECD ülkelerinde 39 bin dolar ve 19 AB ülkesinde 39 bin 610 dolardır. Öğretmenlerin %40’ı haftada 26 saat ve üzeri derse girmektedir. Öğretmenlerin yalnızca % 12’si eğitim bilimleri ya da alanları ile ilgili süreli bir yayın izlemektedir. 1300 TL’lik bir buzdolabını alabilmek için işe yeni başlamış bir öğretmenin çalışması gereken saatler Türkiye’de 143 saat, Yunanistan’da 67 saat ve İspanya’da 43 saattir.

• Öğretmenlerimizin, bilgi çağında yetişen öğrencilerin ihtiyaçlarını karşılayacak biçimde adaptasyonunu gerçekleştirememekteyiz. Bilgi çağı ile öğretmenlerin sınıftaki rolü değişmiş, bilgiyi aktaran kişi yerine, bilginin işlenmesini sağlayan kolaylaştırıcı rolünü üstlenmiştir. Ancak, ne yazık ki öğretmenlerin yalnızca %50’si derslerinde bilgisayar ve tepegöz gibi eğitim teknolojilerini kullanabilmektedir. Öğretmenlerin %70’i, öğretim programlarındaki değişiklikleri ders kitapları ve öğretmen kılavuz kitaplarından izlemektedirler. Yani öğretmenler, alanlarındaki değişiklikleri, öğrenme ve öğretme sürecini, bireysel farklılıkları ve çevresel koşulları dikkate almaksızın ders kitabına bağımlı bir öğretim yapmaktadırlar. Öğretmenlerin %21.7’si mezun olduğu alanın dışında öğretmenlik yapmaktadır. Öğrencilerinin bireysel gelişim dosyalarını inceleyen öğretmenlerin oranı 3/1000’tür. Öğretmenlerin yalnızca % 13’ü tebliğler dergisini izlemektedirler.
• Öğretmenlerimizden imkansızı başarmaları beklemekteyiz.
Öğretmenlere asgari koşulları bile sağlanamamışken, kendilerinden beklenen başarı çıtası çok yüksekte tutulmaktadır. Kendilerini ve bilgilerini sürekli yenilemeleri ama aynı zamanda yoğun bir haftalık ders yüküyle 40-50 kişilik sınıflarla baş etmeleri beklenmektedir. Öğretmenlerin yaklaşık % 40’ı öğrencilerin ödev ve alıştırma gibi çalışmalarını düzenli kontrol etmemektedir. Öğrencilerinin eleştirel düşünme, problem çözme gibi becerileri mi, yoksa sınav başarısı mı kazanmaları gerektiği ikileminde bırakılmakta, onlar da seçimlerini, çoğunlukla sınavlarda öğrencilerinin aldığı notlarla sınırlandırılan akademik başarıdan yana kullanmaktadırlar. Çünkü yurdumuzda yaygın olarak, başarılı olmak ile sınavda alınan yüksek notlar arasında doğru bir orantı kurulmaktadır. Daha devletin kendisi nasıl bir öğrenci yetiştirmek istediğine karar verememişken, öğretmeninden bunu beklemesi ne derece geçerlidir? Bu araştırmanın sonuçları göstermektedir ki, eğitim sisteminin omurgası konumunda olan öğretmenlerimizle ilgili bir sorunlar yumağı ile karşı karşıyayız.

Ulu Önder Atatürk 1925’te İzmir Öğretmenler Birliği’nde yaptığı konuşmasında öğretmenlerin üstlendiği rolün önemini vurgulamış ve ‘Öğretmenliğin önemi hakkında fazla söz söylemeye gerek görmem. Çünkü siz onu benden daha iyi bilirsiniz. Yalnız bir yönü hep beraber tekrar edelim. Milletleri kurtaranlar yalnız ve ancak öğretmenlerdir’ demiştir. O halde öğretmenlerle ilgili sorunların çözümü için bir yol haritası izlenmelidir. Bu yol haritasında üzerinde önemle durulması gereken çözüm önerilerinden bazıları şunlardır:

Öncelikli olarak Öğretmen Yetiştirme Milli Komitesi’nin kuruluş amacına uygun bir şekilde yeni yapı ve işlerliğe kavuşturulması gereklidir. Bu sayede öğretmen yetiştirme politikalarının belirlenmesinde YÖK, MEB ve eğitim fakülteleri ile işbirliği ve eşgüdüm sağlanacaktır. Öğretmen yetiştirmede eğitim fakültelerinin mevcut alt yapı ve öğretim elemanı eksikliklerinin giderilmesi ve uygulamaların çağın gereklerine göre yeniden düzenlenmesi gereklidir. Öğretmenlerin niteliğinin geliştirilmesi ve bir standartlar sisteminin uygulanması için gerekli kaynakların yaratılmasında ‘Eğitime %100 Destek Kampanyası’ benzeri bir %100 vergi indirimi programı ile hizmetiçi eğitimin desteklenmesi sağlanmalıdır. Böylelikle, kaynak yetersizliğinin bir gerekçe olarak gösterilmesinin önüne geçilecektir. Milli Eğitim Bakanlığı, Yüksek Öğretim Kurulu, ilgili sivil toplum örgütleri, üniversiteler ve okullar başta olmak üzere tüm paydaşların katılımıyla ulusal bir eylem planının geliştirilmesi gereklidir Bu çözüm önerilerinin hayata geçirilmesi için atılacak her adım ‘Öğretmene Yatırım, Geleceğe Atılım’ dır.

Türkiye’nin artık yanlış tercihler yapma gibi bir lüksü yoktur.

Türkiye eğitim alanında bir süre önce bir tercih yapmış ve liseler 4 yıla çıkarılmıştır. Ancak bu değişikliğin maliyet-fayda açısından analizi yapılmış mıdır? Liselerin dört yıla çıkarılmış olmasının ne tür bir getirisi olmuştur? Müfredat buna göre yeniden düzenlenmiş midir? Bu alınan kararın üniversite kapısındaki yığılmaların azalmasında herhangi bir etkisi olmuş mudur? Bu türden alınan kararların okul öncesi eğitimin ihmal edilmesi pahasına alındığı bilinmekte midir?

Son yıllarda ‘okul öncesi eğitim’ yerine ‘erken çocukluk eğitimi’ terimi kullanılmaya başlanmıştır. 0-6 yaş bir çocuğun gelişiminin en hızlı olduğu yıllardır. Bu dönemde gerekli eğitim ve desteğin verilip verilmemesine bağlı olarak, çocukların daha sonraki yaşlardaki gelişimi olumlu ya da olumsuz olarak etkilenmektedir. Fayda-maliyet analizleri erken dönemdeki çocukların eğitimine yatırım yapmanın, gerek bireysel gerekse toplumsal olarak uzun vadede büyük getirisi olduğunu göstermektedir. Özellikle göç, değişen aile yapısı, istihdam, kadının işgücüne katılımı, ölüm-doğum oranları gibi demografik sebeplere dayalı olarak Türkiye gibi nüfus ve işgücü profili çok hızlı değişen toplumlarda erken çocukluk eğitimi büyük yarar sağlamaktadır.

Okul öncesi eğitimde; 3-5 yaş gurubunda dünya genelinde 203 ülke için okullaşma oranı % 37 iken, Türkiye’de aynı yaş gurubu için % 8’dir. Türkiye’de 4-5 yaş gurubu için okullaşma oranı % 4.45; 6 yaş gurubunda 29.84’tür. 4-6 yaş gurubu çocukların okullaşma oranı ise %13.11’dir. Yani, 6 yaşa kadar sağlanan okul öncesi eğitim son derece yetersizdir. Bu ekonomik yetersizlikle açıklanamayacak bir durumdur, ancak göz ardı edilmişliğin bir sonucudur. UNESCO’nun 2007 Küresel İzleme Raporu’na göre 203 ülkenin 107’sinde zorunlu eğitim 6 yaş çocuklarla başlamakta; 33 ülkede ise 4-5 yaş gurubu çocuklar zorunlu eğitime başlamaktadırlar. Cumhuriyet’in kuruluşundan bu güne kadar okullaşma çabalarında ilköğretimi ön plana alan bir yaklaşım sergilenmiş, okul öncesi eğitim ihmal edilmiştir. Aynı yaklaşım bugün de sürmektedir.

Diğer tüm öğretim kademelerinde olduğu gibi erken çocukluk eğitiminde de bir sorunlar yumağı vardır. Öğretmen arzının yetersizliği okul öncesi eğitimin yaygınlaştırılmasının önündeki en büyük engeldir. Üniversitelerdeki okul öncesi eğitim programlarının yıllık kontenjanları 1813’ü normal eğitim, 392’si ikinci öğretim programları olmak üzere 2205 ile sınırlıdır. A.Ü. Açık Öğretim Fakültesi Okul Öncesi Öğretmenliği Programında 2050 kontenjan bulunmaktadır. Çocukların gelecekteki yaşamının şekillendiği 0-6 yaş gurubu öğretmenliği için, uygulama yetersizliğinin olduğu açık öğretimde öğretmen yetiştirilmeye çalışılması durumun vahametini açıkça ortaya koymaktadır. Okul öncesi eğitim alanında çalışan öğretmenler farklı kaynaklardan yetişmektedirler. Üniversitelerin 4 yıllık ‘okul öncesi öğretmenliği’, 4 yıllık ‘çocuk gelişimi ve eğitimi’, 4 yıllık ‘sınıf öğretmenliği’, 2 yıllık ‘çocuk gelişimi’, kız meslek liselerinin ‘çocuk gelişimi ve eğitimi’ bölümlerinden mezun olanlar okul öncesinde öğretmenlik yapabilmektedirler. Yani bu eğitim kademesi için öğretmen yetiştirmede oldukça dağınık bir yapı mevcuttur. Sağlık meslek liselerinin ‘hemşirelik’ programlarından mezun olanlar da MEB ve Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu’na bağlı okul öncesi eğitim kurumlarında çalışabilmektedirler. Bu durumda aynı standart ve kalitede öğretmen yetiştirilmesi mümkün olamamaktadır.

Okul öncesi eğitim uygulama modelleri incelendiğinde ise daha çok kurum temelli eğitim modellerinin benimsendiği görülmektedir. Bunlar 3-6 yaş için Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı özel ya da resmi bağımsız anaokulları, 5-6 yaş için (örgün eğitim kurumları bünyesinde) özel ya da resmi anasınıfları ve 3-6 yaş için (kız meslek liseleri bünyesinde) uygulama anaokulları ve anasınıflarıdır. Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu’na bağlı olanlar ise 0-3 yaş için gündüz bakımevleri 3-6 yaş için kreşler ve çocuk yuvaları ve 657 Sayılı Devlet Memurları Kanununa göre açılan, üniversiteler ve belediyeler gibi kurum ve kuruluşlara bağlı okulöncesi eğitim kurumlarıdır. Çeşitli sivil toplum kuruluşları ve diğer kurum ve kuruluşların çalışmaları da okulöncesi dönem çocuğunu ve çevresini çeşitli eğitim programlarıyla desteklemektedirler. Anne Çocuk Eğitim Vakfının (AÇEV) Okul öncesi Eğitim Çalışmaları ve Anne-Çocuk Eğitim Programı (AÇEP) bunlardan bazılarıdır. Kısacası okul öncesi eğitim alanında okul modellerinde de bir dağınıklık mevcuttur.

Okul öncesi eğitimin yaygınlaştırılması için öncelikle ilk aşamada 60-72 aylık dönem zorunlu eğitim kapsamına alınmalıdır. Okul öncesi eğitim politikalarının günün koşullarına uygun hale getirilmesi gereklidir. Okul öncesi eğitimde öğretmen, yönetici, denetici ve diğer personelin hem niceliği hem de niteliğinde iyileştirilmeye gidilmelidir. Okul öncesi kurumlar için öğretmen yetiştiren programlarda belli bir standart sağlanması gereklidir. Okul öncesi eğitimde öğretmen arzının karşılanması için gerekli tedbirler alınmalıdır. Özel ya da resmi anaokullarının rehberlik uzmanı ve psikolog ihtiyacı giderilmelidir. Sınıf mevcutları ve fiziksel koşullarla ilgili iyileştirilmeye gidilmelidir. Sosyo-ekonomik özellikleri açısından dezavantajlı çocuklara öncelik verilmelidir.
Gerek kalkınma planlarında, gerekse Milli Eğitim Şuralarında pek çok tüzük ve yönetmelik çıkarılmasına rağmen, bunlar ne yazık ki, kağıt üzerinde kalmış bir türlü uygulamaya konulamamış ve okul öncesi eğitim hep ihmal edilen bir alan olarak kalmıştır. Şimdi artık bir yol ayrımına gelinmiştir. Yapılacak tercih okul öncesi eğitimden yana kullanılmalıdır. Liselerin dört yıla çıkarılmasıyla kapsamlı bir müfredat çalışması yapılmamış, yalnızca var olan müfredatın içeriği yıllara yayılmıştır. Bu uygulama öğrenci ve velileri oyalamanın ötesine gidememiştir. Öğrenciler bir sene daha fazla okul – dershane kıskacında yaşamaya mahkum edilmişlerdir. Verilen eğitimin niteliği değiştirilememiş, üniversite önünde yığılan yüz binlerce öğrencinin sayısında bir azalma olmamıştır. Türkiye’nin artık yanlış tercihler ve yatırımlar yaparak zaman kaybetme gibi bir lüksü yoktur. Eğitim-öğretim geri dönüşü olmayan bir yatırım alanıdır. Var olan çağın nüfusuna, ‘kaynaklarımız yetersiz, eğitiminiz için gerekli koşulları sağlayamıyoruz, bugün git birkaç sene sonra gel’ deme şansınız yoktur. Günü kurtarmaya yönelik, ancak kısa vadeli çözümlere yarayacak tekil iyileştirmelerin ötesine geçilmesi, tüm tarafların katılımıyla hazırlanacak bir ulusal programın bir an önce uygulamaya konması gerekmektedir. Bu yüzden okul öncesi eğitim ivedilikle ele alınmalıdır. Gerekli reformlar bir an önce yapılmalıdır ki, Türkiye gelecekteki çocuklarını ‘yitik kuşak’ olmaktan kurtarabilsin.

Açık bir kapı olmak yerine dönen bir kapıya sıkışıp kalmış bir eğitim sistemi

2009–2010 öğretim yılının başlamasına yaklaştığımız şu günlerde sorulması ve herkesin odaklanması gereken soru şu olmalıdır: Milli Eğitim Bakanlığı’nın bir yol haritası var mıdır yoksa yol nereye giderse oraya mı gidilmektedir? Şu ana kadarki genel görüntüde, MEB’nın sorunlara yaklaşımında dağınık bir yapı göze çarpmaktadır. Bu da gerek ortaöğretimde gerekse yüksek öğretimde sorunların her geçen gün daha da büyümesine yol açmaktadır.

Ortaöğretimin son yirmi yılına baktığımızda görülüyor ki, tam bir vur-kaç politikası uygulanmaktadır. Bu politikalardan yalnızca birkaç tanesi şöyle özetlenebilir: 1991-1992 öğretim yılında ders geçme ve kredili sistem uygulanmaya başlamış, bir başka deyişle, ‘Sınıfta kalmak kalktı, ders geçmek esastır’ anlayışı benimsenmiştir. Gerekçe olarak her yıl 1milyon 300 dolayında öğrencinin sınıfta kalması ve bunun devlete yükünün 4 trilyondan daha fazla olması gösterilmiştir.

Bir başka uygulamayla ise üniversitelere öğrenci göndermede başarıları ile dikkat çeken fen ve Anadolu liselerinin sayıları hızla artırılmıştır. Sonuçta fen ve Anadolu liselerinin sayıları 1300’lere dayanmış ve ortaöğretim kurumları, bir kısım okullarının çok tercih edildiği ve bir kısım okullarının da iddiasız okullar olarak damgalandığı ikili bir yapıya bürünmüştür. Özellikle 1998 yılından sonra YÖK’ün yaptığı katsayı düzenlemesiyle ÖSS ham puan ortalamaları yüksek olan bu okullar daha da avantajlı konuma gelmişlerdir. Son yıllar itibarıyla fen ve Anadolu liseleri ile genel ve meslekî liselerin arasındaki makas iyice açılmıştır. Dolayısıyla ilköğretimi bitiren öğrencilerin gözünde bu okulları kazanabilmek varlık yokluk meselesi hâline gelmiştir. 2002 yılında 562 bin, (2003’de 616 bin), 2004’te 650 bin (2005’te 785 bin) öğrenci 2006’da 798.307 Orta Öğretim Kurumları Sınavı (OKS)’ye ve 2009’da 1 milyon 27 bin öğrenci Seviye Belirleme Sınavı (SBS)’ye başvurmuştur.

MEB, Anadolu Liseleri Yönetmeliği’ne ilişkin de pek çok değişiklik yapmıştır. Bu düzenlemelerden birine göre öğrencilerin, Liselere Giriş Sınavı (LGS)’den aldığı puana göre tercih yaptığı uygulamadan vazgeçilmiş sınav sonuçları açıklandıktan sonra alınan puan doğrultusunda okul tercihleri yapılmaya başlanmıştır. 2004 yılında LGS’de okuldaki başarı notunun etkisi sıfırlanmış, Anadolu liselerine yerleştirmelerde sadece öğrencinin sınavda gösterdiği başarı dikkate alınmaya başlanmıştır. “İlköğretim 4, 5, 6 ve 7’nci sınıflardaki ağırlıklı notların aritmetik ortalaması alınarak belli oranda puana etki ettirilir” hükmü kaldırılmıştır.

2005-2006 öğretim yılından başlamak üzere sınavın ismi değiştirilerek Orta Öğretim Kurumları Sınavı (OKS) olmuş, liselere giriş sınavları ayrı tarihlerde ayrı yapılan sınavlarken OKS ile öğrenciler tek bir sınava girmeye başlamışlardır.

Yapılan tüm bu değişikliklerin yanı sıra bir de ertesi yıl yapılacağı ilan edilen ancak yapılmayan değişiklikler bulunmaktadırlar. Örneğin, 2004 yılı LGS sonuçlarını açıklanırken zamanın bakanı tarafından tüm veli ve öğrencilerin üzerindeki etkisinin ne olabileceği düşünülmeden şu demeç verilmiştir: “Gelecek yıl yapılacak LGS’ye sadece fen, Anadolu, Anadolu öğretmen, Anadolu meslek, Anadolu imam hatip ve polis kolejlerine girmek isteyen öğrencilerin değil, diğer ortaöğretim kurumlarına (düz liselere de) devam etmek isteyen tüm öğrencilerin girmesini mecburi hale getirecektir.” Ancak 2005 yılında böyle bir uygulama yapılmamıştır.

Liselerin dört yıla çıkarılması öncesinde kapsamlı bir müfredat çalışması yapılmamış, yalnızca var olan müfredatın içeriği yıllara yayılmıştır. Bu uygulama öğrenci ve velileri oyalamanın ötesine gidememiştir. Öğrenciler bir sene daha fazla okul – dershane kıskacında yaşamaya mahkum edilmişlerdir. Verilen eğitimin niteliği değiştirilememiş, üniversite önünde yığılan yüz binlerce öğrencinin niceliksel sayısında bir azalma olmamıştır.

OKS ile tek oturumda yapılan eleme sınavı, SBS adı ile 3 seneye çıkarılmıştır. 2008-2009 öğretim yılında SBS uygulanmaya başlamıştır. Gerekçesi öğrencilerin yeterliklerini ve başarılarının tek oturumda yapılan bir sınavla sınanamayacağı olmuştur. Yıl Sonu Başarı Puanı (YBP)‘nın değeri % 25 olarak belirlenmiş yani öğrencilerin yıl içinde aldıkları notlar yeniden önem kazanmıştır.

Yükseköğretimde de benzer bir tablo bulunmaktadır. Cumhuriyet’in kurulma dönemlerinden 1960’lı yıllara kadar lise mezunu sayısı az olduğu için fakülteler kendilerine başvuranları sınavsız kabul etmiştir. Fakülteler kendi amaçlarına yönelik bireysel sınavlar düzenlemişlerdir. 1974–1980 yılları arasında Üniversitelerarası Seçme Sınavı ÜSS uygulanmaya başlamıştır. 1981 yılından itibaren iki aşamalı bir sınav düzenine geçilmiş ve Üniversitelerarası Seçme Sınavı (ÜSS) ve Üniversitelerarası Yerleştirme Sınavı (ÜYS) adı altında iki sınav verilmiştir. 1983–2000 yılları arasında Öğrenci Seçme Sınavı (ÖSS) ve Öğrenci Yerleştirme sınavı (ÖYS) adları altında verilmiştir. 2000 yılında yeniden tek sınava dönülmüş ve Öğrenci Seçme Sınavı (ÖSS) adı altında uygulanmaya başlamıştır. 2002’de ÖSS Puanına göre yerleştirme uygulaması yani önce öğrencinin puanını öğrenmesi daha sonra bu puana göre bölüm seçmesi uygulamasına başlanmıştır. Ayrıca Yabancı Dil Sınavı (YDS) uygulanmaya başlamıştır.

2010 yılından itibaren uygulanmak üzere ise yükseköğretime geçişte iki aşamalı sınav sistemi uygulanması kararı alınmıştır. Birinci aşama YGS ‘Yüksek Öğretime Geçiş’ olarak adlandırılmış, ikinci aşama ise LYS ‘Lisans Yerleştirme Sınavları’ olarak adlandırılan 5 ayrı sınavdan oluşturulmuştur.

Yapılmak istenen bu değişikliklerin, seçme kriteri ne olursa olsun ya da sınav sayısı kaça çıkarılırsa çıksın, bu sınavlarda başarısız olan öğrencilerin açıkta kalacağı ve üniversite önündeki yığılmaya ya da kalite sorununun çözümü olamayacağı gerçeği ne yazık ki bir türlü yok edilememektedir. 28 ilde 41 lisenin 2008 ÖSS’de 4 yıllık okullara tek bir öğrenci bile yerleştirememiş olması eğitimdeki nitelik sorununun büyüklüğünün en net göstergesidir. ÖSS sistemi yıllar içinde ‘dershaneleşen okul’ ve ‘okul’ yerine dershane’ gibi yeni kavramların hayatımıza girmesine yol açmıştır. Üniversitelerin herhangi bir 4 yıllık lisans programına kayıt yaptırabilenler başarılı sayılmışlardır. Ancak, bu öğrencilerin azımsanamayacak bir kısmı üniversitede başarısız olmaktadırlar. Bu öğrencilerin niteliksiz/yetersiz alt yapıları ve kavramaya/uygulamaya dayalı bir öğretim süreci yerine ezbere dayalı dershane talimi sürecinden geçiyor olmaları bu başarısızlığın temel nedenidir.

Sonuç olarak eğitim sistemimizin genel görüntüsü şöyledir:
• Yukarıda özetlenen tüm bu değişimler bir kalite artışı, verimlilik ve devamlılık sağlayamamakta, kağıt mühendisliğinden öteye gidilememektedir.
• Ortaöğretimde okul ya da sınav adlarını değiştirmek reform anlamına gelmemekte, sonuçlar değişmemektedir.
• Eğitim sistemimizi sembol harflerle yönetmeye (MEB, LGS, OKS, SBS, ,ÖSS, YÖK vs.) çalışmak çözüm olmamaktadır.
• Bugüne kadar uygulanan eğitim politikaları, insan hakları bildirgesi ve Anayasa’da yazılı olan eğitim hakkına ulaşılamamasına yol açmaktadır.
• Üniversite kazanılamamakta, kazanılsa istenen bölümde okunamamakta, bölüm bitirilememekte, bitirilse iş bulunamamaktadır.
• Türkiye yanlış tercihler ve yatırımlar yaparak sürekli bir zaman kaybetme lüksü kullanmaktadır.
• Eğitim sistemi yanlışken ölçme değerlendirme sistemi de doğru olamamaktadır.
• “Minimum standartlar” üzerinde çeşitlilik ve esneklik sağlanamadığı için insan kaynaklarının ve sosyal sermeyenin geliştirilmesinde yeni bir açılım oluşturulamamaktadır.
• Sistem ‘açık olan bir kapı’ yerine ‘dönen kapı’ya el vermektedir.

Günü kurtararak eğitim sorunları çözülebilir mi?

2009-2010 öğretim yılının başlamasıyla sorunların her geçen gün giderek daha da büyüyen bir yumağa dönüştüğü bir kez daha ortaya çıkmıştır. Her yıl Eylül ayında okullar açılırken eğitim sistemindeki sorunların gündeme getirilmesi, 24 Kasım öğretmenler gününde öğretmenlerin hatırlanması, Haziran ayında ÖSS ve SBS yaklaştıkça sınav sistemine ait sorunların dile getirilmesi artık adeta bir rutin haline gelmiş, eğitim sorunları belli bir takvim ve buna bağlı bir gündem çerçevesinde tartışılır olmuştur. Eylül ayında okullara kayıt sırasında toplanan bağışlar, öğrencilerin giydikleri önlüklerin renk ve modellerinin ne olması gerektiği, sınav zamanı, yani Haziran ayı yaklaşırken SBS’daki sorular ve ÖSS’nin kaç basamak olması gerektiği ya da sınav isimlerinin değiştirilmesi, lise son sınıf öğrencilerinin dershanelere rahatça devam edebilmeleri için bakanlık tarafından 25 gün izinli sayılmaları (ki bu tür bir kararla Milli Eğitim Bakanlığı dershanelerin meşruiyetini bir kez daha kabul etmiş ve öğrencileri adeta oraya yönlendirdiğini ortaya koymuş ve okulların yetersiz kaldığını ‘dershaneleşen okul’ ve ‘okul’ yerine dershane’ olgularını kabullenmiştir), MEB üst düzey yöneticileri arasında kadın çalışanların sayısının artırılması bunlardan ilk akla gelen örneklerdir.

Gündeme gelen bu türden konular eğitim sorunlarının çözümüne katkı sağlamaktan çok uzaktır ve günü kurtarmaya yönelik çabalardan öteye gidememektedir. Oysa ülkemizde eğitim sistemi makro düzeyde ele alınması gereken pek çok sorunla boğuşmaktadır. MEB bütçesinin Merkezi Yönetim Bütçesine Oranı 2008 yılı itibariyle % 10,64’ tür ve toplam bütçe içinde en büyük paya sahip olmasıyla övünülmektedir. Ancak asıl olan eğitime ayrılan bu payla ne yapıldığı ve geri dönüşünün ne derece verimli olduğudur. 2002 yılı ve sonrasında yapılan yatırımların okul binası yapmaktan öteye gitmediği, bütçenin büyük bir kısmının da öğretmen maaşlarının ödenmesine gittiği görülmektedir. Oysa gerek ilköğretim gerekse ortaöğretim okullarında öğrencilere fırsat eşitliğinin sağlanması ve nitelikli eğitim verilmesi için bütçeden ayrılan miktar önemlidir.

Milli Eğitim Bakanlığı tarafından iyi niyetle yapılan çalışmalar bulunmaktadır. Bunlardan ilk akla gelenler yapılandırmacılık felsefesi kapsamında müfredat programlarının yenilenmesi ve Avrupa Birliği’ne uyum çalışmaları konusunda aldığı mesafedir. Ne yazık ki, program geliştirme çabalarında devamlılık esası korunamamış, yeni müfredata geçişte öğretmenlerin hizmet içi eğitimlerinde yetersizlikler yaşanmıştır. Liseler dört yıla çıkarılmış ancak yeni bir müfredat yerine var olan müfredatın yıllara yayılması yoluna gidilmiştir. Bu türden değişimler bir nitelik artışı ve verimlilik sağlamaya yetmemiştir.

Tüm kademelerde eğitim sistemi içinde yaklaşık 20 milyon öğrenci bulunmaktadır. Yani, Türkiye çok genç bir nüfusa sahiptir. Bu genç nüfus, değişen ve gelişen dünya düzeninde Türkiye’yi her anlamda en ileri ülkeler arasına sokabilecek bir fırsattır. Ancak bu fırsat, yürütülen yanlış politikalar hatta politikasızlık yüzünden ne yazık ki heba edilmektedir ve adeta bir tehdit unsuruna dönüşmek üzeredir. Aslında sorunlar önümüzdedir ve nasıl çözüme kavuşturulabileceği konusunda da pek çok görüş ve çözüm önerileri sunulmaktadır. Eksik olan, sorunların bilimsel ve bütünsel bir yaklaşımla ele alınması, tüm paydaşların katılımıyla topyekun yürütülen bir kampanya ile, günü kurtarmaya yönelik popülist yaklaşımlar yerine yol haritası belli ulusal bir programın hazırlanmasıdır.

Seçim Kurtarmak mı, Nesil Kurtarmak mı?

Bir ülkenin gücünü değerlendirirken yalnızca fiziksel ve finansal sermayelerini dikkate alan bir yaklaşım, o ülkenin asıl gücünü oluşturan ve görünmez varlıkları temsil eden beşeri sermayeyi göz ardı etmek demektir. 1990’lı yıllardan itibaren gittikçe daha çok kabul görmeye başlayan ‘içsel büyüme’ (endogenous growth) modeli ‘beşeri sermaye bir kez üretildikten sonra kullanılırken ek bir maliyete katlanılması gerekmeyen bilgidir’’ noktasından hareket etmektedir. Üstelik diğer sermaye türlerinden farklıdır, çünkü kullanıldıkça tükenmemekte, değeri daha da artmaktadır. Bu gerçekten hareketle, Türkiye’nin en öncelikli hedefi insan sermayesine yatırım yapmak, Türk insanını düşük ücretli hizmet sektörü çalışanları konumundan çıkarıp küresel dünyada yüksek rekabet gücü sağlayacak becerilerle donatıp bilgi işçisi konumuna taşımak olmalıdır. Oysa Türkiye’de eğitim ne yazık ki, sürekli rejim ve ekonomiyle ilgili sorunların gölgesinde kalmakta, ideolojik kazanımlar için bir araç olarak kullanılmaktadır. Bunun son örneği, geçtiğimiz aylarda yaşanmıştır. Küresel mali kriz ve seçim yegane odak noktası olmuş, eğitimle ilgili pek çok sorun ve 21. yüzyılda savaşların artık silahlarla değil, iyi eğitilmiş beyinlerle yapılmakta olduğu gerçeği bir kez daha göz ardı edilmiştir.

Bazı istatistiki veriler durumun vahametini çok net bir şekilde ortaya koymaktadır. Türkiye’de 70,5 milyonluk toplam nüfusun 19 milyon 935 bin 277’si (TÜİK:2008) çeşitli öğretim kademelerinde eğitim-öğretim hizmeti almaktadır. 2023 yılına dair öngörülerde nüfusun yaklaşık % 70’inin çalışma çağında olacağı belirtilmektedir. O halde, önümüzde 14 yıllık bir demografik fırsat penceresi bulunmaktadır. Ne yazık ki, bu fırsat penceresi giderek kapanmaktadır, çünkü ülkemizde çağ nüfusunun %10,23‘ü hala zorunlu eğitim dışında bırakılmıştır. Toplam nüfusun %12,6’sı okuma-yazma bilmemektedir. 6-17 yaş grubunda 78 bin çocuk ücretli, maaşlı ya da yevmiyeli olarak tarım sektöründe çalışmaktadır. 17.636 okuldaki birleştirilmiş sınıflarda 646.410 öğrenci öğrenim görmektedir; yani, bir öğretmen 1. sınıftan 5. sınıfa kadar tüm öğrencilerle bir sınıfta, tahtayı beşe bölerek ders yapmaktadır. 807 ilçede 667.537 öğrenci taşımalı eğitim görmektedir. ‘OECD 2008: Bir Bakışta Eğitim’ raporunda 25-64 yaş arası işgücünün eğitimi göstergelerine göre OECD ülkelerinde ilköğretim mezunu oranı yüzde 31 iken, Türkiye’de yüzde 73’tür. OECD ülkelerinde yüzde 42 ortaöğretim mezunu bulunurken, Türkiye’de oran yüzde16!dır. OECD ülkelerinde yüksek öğretim mezunu işgücü yüzde 24 iken, Türkiye’de yüzde11’dir. Milli Eğitim Bakanlığı’nın merkezi bütçedeki yeri yüzde 10,5 dolayındadır. Dünya Bankası ve TÜİK tarafından yapılan çalışmalarda, özel harcamalar da dikkate alındığında, Türkiye’de GSYİH’dan eğitime ayrılan pay yüzde 7,2 olarak hesaplanmaktadır. Bu oran OECD ülkeleri içinde Güney Kore ile birlikte, GSYİH’dan eğitime harcanan en yüksek orandır. Ancak, var olan imkanlarla yapılanlara bakınca ülkemizdeki kaynak israfı açıkça görülmektedir.

Bu veriler eğitim sistemimizin içinde bulunduğu durumu ve gelecekle ilgili iddialarını kaybetmeden sorunların ivedilikle ele alınması gereğini net olarak göstermektedir. ‘Küreselleşme’ yerine ‘küreselliğin’ hakim olduğu ve kurumların yeniden yapılandırıldığı bu yeni küresel sistemde, Türkiye ileride eğitimsizlik ve sonrasında işsizlikle boğuşan bir ülke konumundan çıkmak için ortaya ortak bir irade koymak zorundadır. Eğitemeyen bir eğitim sistemini eğitebilir kılmak için yapılacaklar çok açık ve nettir. Ulusal bir programın oluşturulması için hedefi iyi belirlenmiş stratejilere ve siyasi ranttan, popülist yaklaşımlardan arınmış ortak bir iradeye ihtiyaç vardır. Bu ortak irade mümkün kılındığında, eğitime aktarılan kaynaklarla birlikte, insan sermayesinin de har vurulup harman savrulmasının önüne geçilecek ve eğitim sistemi, bilgi çağının istihdam alanlarının gerektirdiği becerilerle donatılmış nitelikli işgücü yaratabilecektir. Aslında ihtiyacımız ‘seçim kurtarmayı bırakıp, nesil kurtarmaya odaklanacak’ siyasi kimliklerdir.