Etiket arşivi: Eğitim Sistemi

Plansızlıkla yürütülen eğitim sistemiyle nereye kadar?

Bugünkü haliyle eğitim sistemi tam bir sorunlar yumağı halini almıştır. Bu yumağın her geçen gün biraz daha büyümesindeki başlıca neden, sistemin belirsizlikler ve plansızlıkla yürütülmeye çalışılmasıdır. Eğitim sisteminin içinde ilerlemeye çalıştığı yol spor salonlarındaki yürüme bandına benzemektedir. Zaman ve efor gerektiren ve üzerindekileri terleten bu yol hiçbir yere varmamaktadır. O halde, hiç ilerlemeyen, hiç bir yere gitmeyen bu yolda yürümek yerine, yeni bir yol bulmak gerekmektedir.

Gerek kalkınma planlarında, gerekse Milli Eğitim Şuralarında pek çok tüzük ve yönetmelik çıkarılmasına rağmen, bunlar ne yazık ki, kağıt üzerinde kalmış bir türlü uygulamaya konulamamıştır. Bu güne kadar hazırlanmış ve uygulamaya konulmuş 9 kalkınma planı bulunmaktadır. Ancak görülmektedir ki bu planlarda ‘kalkınma’ yalnızca ekonomik kalkınmaya indirgenmekte, eğitim de yalnızca ekonomik açıdan ele alınmaktadır. 20. yüzyılın sanayi toplumundan kalan insan gücü ve meslek sınırlandırmaları, 21. yüzyılın bilgi toplumunun ihtiyacına yönelik bir planlamanın önünde bir engel oluşturmaktadır. İlki 1939 yılında toplanan 1. Eğitim Şura’sından bu yana 17 Milli Eğitim Şura’sı gerçekleştirilmiştir. 18. Milli Eğitim Şura’sı 1-4 Kasım 2010’da gerçekleştirilecektir. Milli Eğitim Şurası, MEB’nın eğitim ve öğretimle ilgili konuları incelemek ve öneri niteliğinde kararlar almakla görevli en yüksek danışma kuruludur. Ne yazık ki, gerek kalkınma planlarında eğitimin ele alınış şekli, gerek şuralardan çıkan kararlar eğitimde bir kalite artışı, verimlilik ve devamlılık sağlayamamakta, kağıt mühendisliğinden öteye gidilememektedir.

 Eğitim ve eğitimin yönetilmesi zor bir konudur. Pek çok bileşeni olan karmaşık bir yapıya sahiptir. Aynı zamanda yaşayan ve şartlara göre değişen organik bir yapısı vardır. Son yıllarda ‘nasıl bir insan yetiştirmeliyiz’ konusunda ortak bir görüş oluşmuştur. En sık dile getirilen özellikler soran ve sorgulayan, eleştirel düşünen, problem çözme becerilerine sahip, gelişmeye açık, çağdaş, demokrat bireyler olarak ifade edilmektedir. Ancak bu özelliklerin nasıl kazandırılacağı konusunda sistemli bir yaklaşım sergilenememekte ve yetiştirdiğimiz çocuklar tarafından ne ölçüde içselleştirildiğinin değerlendirilmesi yapılamamaktadır.

 Eğitim planlı programlı ele alınması gereken bir konudur. Her ile bir üniversite kurulmuştur. Bu yolla isteyen herkesin üniversiteye girmesi sağlanacaktır. O ilin ticari ve sosyal hayatı kalkınacaktır. Ancak yapılan 2. yerleştirmenin sonunda bile hala 103 bin kontenjan boş kalmıştır. Öğrenciler artık hangi bölüm olursa olsun üniversitede okuyayım dememeye, kendi kariyer planlarını yapmaya başlamışlardır. Üstelik özellikle doğudaki ve küçük illerdeki üniversitelerin öğrencisi olsa bile öğretim üyesi, dekanı ya da laboratuarı yoktur.
 Eğitim kaynakların optimum düzeyde kullanılmasını gerektiren bir konudur. Yeni sistemde meslek liselerine katsayı engelinin kaldırılması çalışmalarının başlamasıyla son 8 senedir dershanelere rağbet etmeyen meslek lisesi öğrencileri dershaneleri doldurmuşlardır. Dershanelere bağımlılığı her geçen gün artan eğitim sisteminde 4000 den fazla dershane buna karşılık 8280 lise bulunmaktadır. Bu sektör içindeki sektöre akıtılan miktar yıllık 10 milyar dolardır. Meslek liseleri artık meslek edindiren, gerekli ara kadroları yetiştiren değil, üniversiteye girme çabasındaki öğrencileri barındırma okulları haline gelmişlerdir. Torna tesviye ya da turizm okuyan öğrenciler başarılı olurlarsa tıp okuyabileceklerdir. Her yıl meslek liselerinde öğrenci başına yapılan ortalama harcama 2.208 TL iken genel liselerde 1259 TL’dir. O halde 949 TL boşa harcanmış olmaktadır.

 Eğitim ekonomi ve siyasetin gölgesinde kalmaması gereken bir konudur. OECD (30) ülkeleri arasında ekonomisi 16. sırada olan Türkiye, eğitimde en sonlarda yer almaktadır. Oysa ekonomik ve siyasi krizlerin etkileri akut tedbirlerle bir nebze olsun azaltılabilirken, eğitim alanındaki krizlerin aşılabilmesi yıllar sürmekte, bir neslin yitip gitmesine sebep olmaktadır. Eğitim-öğretim geri dönüşü olmayan bir yatırım alanıdır. Var olan çağ nüfusuna, kaynaklarımız yetersiz, eğitiminiz için gerekli koşulları sağlayamıyoruz, bugün git birkaç sene sonra gel deme şansınız yoktur. Günü kurtarmaya yönelik, ancak kısa vadeli çözümlere yarayacak tekil iyileştirmelerin ötesine geçilmesi gereklidir.

Einstein ‘Karşılaştığımız önemli sorunları, onları yarattığımız sırada sahip olduğumuz düşüncelerle ve o düşünce düzeyiyle çözemeyiz’ demiştir. O halde sorunları çözüme kavuşturabilmek için algılayış tarzı değiştirilmeli, sorunları görmede ve çözüme kavuşturmada, şu anda içinde bulunulan yolun yetersiz kaldığı kabul edilmelidir. Büyük resim görülmeli, konuya bütünsel ve derinlikli yaklaşılmalı, geçmişten dersler çıkarılmalı, geleceğe yönelik çıkarımlar ve projeksiyonlar yapılmalıdır ki Türkiye artık 20 milyona yaklaşmış genç nüfusuna nitelikli bir eğitim için gerekli koşulları sağlayabilsin.

Businessweek

Açık bir kapı olmak yerine dönen bir kapıya sıkışıp kalmış bir eğitim sistemi

2009–2010 öğretim yılının başlamasına yaklaştığımız şu günlerde sorulması ve herkesin odaklanması gereken soru şu olmalıdır: Milli Eğitim Bakanlığı’nın bir yol haritası var mıdır yoksa yol nereye giderse oraya mı gidilmektedir? Şu ana kadarki genel görüntüde, MEB’nın sorunlara yaklaşımında dağınık bir yapı göze çarpmaktadır. Bu da gerek ortaöğretimde gerekse yüksek öğretimde sorunların her geçen gün daha da büyümesine yol açmaktadır.

Ortaöğretimin son yirmi yılına baktığımızda görülüyor ki, tam bir vur-kaç politikası uygulanmaktadır. Bu politikalardan yalnızca birkaç tanesi şöyle özetlenebilir: 1991-1992 öğretim yılında ders geçme ve kredili sistem uygulanmaya başlamış, bir başka deyişle, ‘Sınıfta kalmak kalktı, ders geçmek esastır’ anlayışı benimsenmiştir. Gerekçe olarak her yıl 1milyon 300 dolayında öğrencinin sınıfta kalması ve bunun devlete yükünün 4 trilyondan daha fazla olması gösterilmiştir.

Bir başka uygulamayla ise üniversitelere öğrenci göndermede başarıları ile dikkat çeken fen ve Anadolu liselerinin sayıları hızla artırılmıştır. Sonuçta fen ve Anadolu liselerinin sayıları 1300’lere dayanmış ve ortaöğretim kurumları, bir kısım okullarının çok tercih edildiği ve bir kısım okullarının da iddiasız okullar olarak damgalandığı ikili bir yapıya bürünmüştür. Özellikle 1998 yılından sonra YÖK’ün yaptığı katsayı düzenlemesiyle ÖSS ham puan ortalamaları yüksek olan bu okullar daha da avantajlı konuma gelmişlerdir. Son yıllar itibarıyla fen ve Anadolu liseleri ile genel ve meslekî liselerin arasındaki makas iyice açılmıştır. Dolayısıyla ilköğretimi bitiren öğrencilerin gözünde bu okulları kazanabilmek varlık yokluk meselesi hâline gelmiştir. 2002 yılında 562 bin, (2003’de 616 bin), 2004’te 650 bin (2005’te 785 bin) öğrenci 2006’da 798.307 Orta Öğretim Kurumları Sınavı (OKS)’ye ve 2009’da 1 milyon 27 bin öğrenci Seviye Belirleme Sınavı (SBS)’ye başvurmuştur.

MEB, Anadolu Liseleri Yönetmeliği’ne ilişkin de pek çok değişiklik yapmıştır. Bu düzenlemelerden birine göre öğrencilerin, Liselere Giriş Sınavı (LGS)’den aldığı puana göre tercih yaptığı uygulamadan vazgeçilmiş sınav sonuçları açıklandıktan sonra alınan puan doğrultusunda okul tercihleri yapılmaya başlanmıştır. 2004 yılında LGS’de okuldaki başarı notunun etkisi sıfırlanmış, Anadolu liselerine yerleştirmelerde sadece öğrencinin sınavda gösterdiği başarı dikkate alınmaya başlanmıştır. “İlköğretim 4, 5, 6 ve 7’nci sınıflardaki ağırlıklı notların aritmetik ortalaması alınarak belli oranda puana etki ettirilir” hükmü kaldırılmıştır.

2005-2006 öğretim yılından başlamak üzere sınavın ismi değiştirilerek Orta Öğretim Kurumları Sınavı (OKS) olmuş, liselere giriş sınavları ayrı tarihlerde ayrı yapılan sınavlarken OKS ile öğrenciler tek bir sınava girmeye başlamışlardır.

Yapılan tüm bu değişikliklerin yanı sıra bir de ertesi yıl yapılacağı ilan edilen ancak yapılmayan değişiklikler bulunmaktadırlar. Örneğin, 2004 yılı LGS sonuçlarını açıklanırken zamanın bakanı tarafından tüm veli ve öğrencilerin üzerindeki etkisinin ne olabileceği düşünülmeden şu demeç verilmiştir: “Gelecek yıl yapılacak LGS’ye sadece fen, Anadolu, Anadolu öğretmen, Anadolu meslek, Anadolu imam hatip ve polis kolejlerine girmek isteyen öğrencilerin değil, diğer ortaöğretim kurumlarına (düz liselere de) devam etmek isteyen tüm öğrencilerin girmesini mecburi hale getirecektir.” Ancak 2005 yılında böyle bir uygulama yapılmamıştır.

Liselerin dört yıla çıkarılması öncesinde kapsamlı bir müfredat çalışması yapılmamış, yalnızca var olan müfredatın içeriği yıllara yayılmıştır. Bu uygulama öğrenci ve velileri oyalamanın ötesine gidememiştir. Öğrenciler bir sene daha fazla okul – dershane kıskacında yaşamaya mahkum edilmişlerdir. Verilen eğitimin niteliği değiştirilememiş, üniversite önünde yığılan yüz binlerce öğrencinin niceliksel sayısında bir azalma olmamıştır.

OKS ile tek oturumda yapılan eleme sınavı, SBS adı ile 3 seneye çıkarılmıştır. 2008-2009 öğretim yılında SBS uygulanmaya başlamıştır. Gerekçesi öğrencilerin yeterliklerini ve başarılarının tek oturumda yapılan bir sınavla sınanamayacağı olmuştur. Yıl Sonu Başarı Puanı (YBP)‘nın değeri % 25 olarak belirlenmiş yani öğrencilerin yıl içinde aldıkları notlar yeniden önem kazanmıştır.

Yükseköğretimde de benzer bir tablo bulunmaktadır. Cumhuriyet’in kurulma dönemlerinden 1960’lı yıllara kadar lise mezunu sayısı az olduğu için fakülteler kendilerine başvuranları sınavsız kabul etmiştir. Fakülteler kendi amaçlarına yönelik bireysel sınavlar düzenlemişlerdir. 1974–1980 yılları arasında Üniversitelerarası Seçme Sınavı ÜSS uygulanmaya başlamıştır. 1981 yılından itibaren iki aşamalı bir sınav düzenine geçilmiş ve Üniversitelerarası Seçme Sınavı (ÜSS) ve Üniversitelerarası Yerleştirme Sınavı (ÜYS) adı altında iki sınav verilmiştir. 1983–2000 yılları arasında Öğrenci Seçme Sınavı (ÖSS) ve Öğrenci Yerleştirme sınavı (ÖYS) adları altında verilmiştir. 2000 yılında yeniden tek sınava dönülmüş ve Öğrenci Seçme Sınavı (ÖSS) adı altında uygulanmaya başlamıştır. 2002’de ÖSS Puanına göre yerleştirme uygulaması yani önce öğrencinin puanını öğrenmesi daha sonra bu puana göre bölüm seçmesi uygulamasına başlanmıştır. Ayrıca Yabancı Dil Sınavı (YDS) uygulanmaya başlamıştır.

2010 yılından itibaren uygulanmak üzere ise yükseköğretime geçişte iki aşamalı sınav sistemi uygulanması kararı alınmıştır. Birinci aşama YGS ‘Yüksek Öğretime Geçiş’ olarak adlandırılmış, ikinci aşama ise LYS ‘Lisans Yerleştirme Sınavları’ olarak adlandırılan 5 ayrı sınavdan oluşturulmuştur.

Yapılmak istenen bu değişikliklerin, seçme kriteri ne olursa olsun ya da sınav sayısı kaça çıkarılırsa çıksın, bu sınavlarda başarısız olan öğrencilerin açıkta kalacağı ve üniversite önündeki yığılmaya ya da kalite sorununun çözümü olamayacağı gerçeği ne yazık ki bir türlü yok edilememektedir. 28 ilde 41 lisenin 2008 ÖSS’de 4 yıllık okullara tek bir öğrenci bile yerleştirememiş olması eğitimdeki nitelik sorununun büyüklüğünün en net göstergesidir. ÖSS sistemi yıllar içinde ‘dershaneleşen okul’ ve ‘okul’ yerine dershane’ gibi yeni kavramların hayatımıza girmesine yol açmıştır. Üniversitelerin herhangi bir 4 yıllık lisans programına kayıt yaptırabilenler başarılı sayılmışlardır. Ancak, bu öğrencilerin azımsanamayacak bir kısmı üniversitede başarısız olmaktadırlar. Bu öğrencilerin niteliksiz/yetersiz alt yapıları ve kavramaya/uygulamaya dayalı bir öğretim süreci yerine ezbere dayalı dershane talimi sürecinden geçiyor olmaları bu başarısızlığın temel nedenidir.

Sonuç olarak eğitim sistemimizin genel görüntüsü şöyledir:
• Yukarıda özetlenen tüm bu değişimler bir kalite artışı, verimlilik ve devamlılık sağlayamamakta, kağıt mühendisliğinden öteye gidilememektedir.
• Ortaöğretimde okul ya da sınav adlarını değiştirmek reform anlamına gelmemekte, sonuçlar değişmemektedir.
• Eğitim sistemimizi sembol harflerle yönetmeye (MEB, LGS, OKS, SBS, ,ÖSS, YÖK vs.) çalışmak çözüm olmamaktadır.
• Bugüne kadar uygulanan eğitim politikaları, insan hakları bildirgesi ve Anayasa’da yazılı olan eğitim hakkına ulaşılamamasına yol açmaktadır.
• Üniversite kazanılamamakta, kazanılsa istenen bölümde okunamamakta, bölüm bitirilememekte, bitirilse iş bulunamamaktadır.
• Türkiye yanlış tercihler ve yatırımlar yaparak sürekli bir zaman kaybetme lüksü kullanmaktadır.
• Eğitim sistemi yanlışken ölçme değerlendirme sistemi de doğru olamamaktadır.
• “Minimum standartlar” üzerinde çeşitlilik ve esneklik sağlanamadığı için insan kaynaklarının ve sosyal sermeyenin geliştirilmesinde yeni bir açılım oluşturulamamaktadır.
• Sistem ‘açık olan bir kapı’ yerine ‘dönen kapı’ya el vermektedir.

Eğitim sistemimize bakış

21. yüzyılda ülkelerin zenginlikleri artık, yeraltı kaynakları, tarihlerinin ne kadar uzun ve başarılı olduğu ya da işgücü ile değil, nüfuslarının ne kadar nitelikli eğitim aldıkları ile ölçülmektedir. Ülkeler arasındaki farklılık ve bir ülkenin diğerlerinin önüne geçebilmesi, ancak iyi yetişmiş beyinlerle ve dolayısıyla o ülkenin dünyadaki rekabet gücünün yüksek olmasıyla gerçekleşebilmektedir. Artık, savaşlar, silahlarla değil, eğitilmiş beyinlerle yapılmaktadır. Bilgi toplumuna geçilmesiyle birlikte, eğitim, daha önce hiç olmadığı kadar büyük önem taşır hale gelmiştir. Bilgi toplumunda eğitim, toplumsal açıdan bir gereklilik, bireysel açıdan ise bir zorunluluk olmuştur. İçinde bulunduğumuz çağa “sanayi ötesi çağ” ya da “bilgi çağı” adı verilmektedir. Bilginin yaratılması, dağıtılması ve paylaşılması kavramlarıyla birlikte “mavi yakalı” çalışanların yerini “bilgi işçileri” almıştır. Bilgi işçilerinin en önemli özellikleri, bilgi ve becerilerinin ülkeleri için verimlilik kaynağı olması, bir maliyet olmaktan çok yatırım olarak görülmeleri ve bilgilerinin onları potansiyel girişimci konumuna getirmesidir.

Günümüzde artık kaç kişinin okuma yazma bildiği ya da okula devam ettiği gibi bilgiler geçerliliğini yitirmiştir. Ülkemizde okullaşma oranlarının %90’lara çıkmış olması ve eğitime bakış açısının buna odaklanmış olması başarı olarak görülmektedir. Ancak, Türkiye’de eğitimin geri kalmışlığının hangi boyutlarda olduğunu ve bu sistemin artık çağın gereklerini karşılayamaz olduğunu ortaya koyarken belli verilerden yararlanmak, fotoğrafı netleştirmek açısından faydalı olacaktır. Ülkemizde çağ nüfusunun %10,23’ü zorunlu eğitim dışıdır; yani 1.142 çocuğumuz okula gitmemektedir. Toplam nüfusun %12,6’sı okuma yazma bilmemektedir. 6-17 yaş grubunda 78 bin çocuk ücretli, maaşlı ya da yevmiyeli olarak tarım sektöründe çalışmaktadır. 17.636 okulda birleştirilmiş sınıflarda 646.410 öğrenci öğrenim görmektedir; yani bir öğretmen 1. sınıftan 5. sınıfa kadar olan tüm öğrencilerle bir sınıfta tahtayı beşe bölerek ders yapmaktadır. 807 ilçede 667.537 öğrenci taşımalı eğitim görmektedir. 1.571 öğrenciye 1 rehberlik odası, 5.508 öğrenciye bir spor salonu, 1.609 öğrenciye bir kütüphane düşmektedir. Bu örnekler, eğitim sisteminin var olan haliyle nitelikli eğitim vermekten çok uzak olduğunu göstermektedir. Bu sistemde gençler çekingen, kaygılı ve hedeflerini belirleyememiş yaşama hazır olmayan bireyler olarak yetişmektedirler. Ülkemizde genç nüfus, toplam nüfusun %17,6’sını oluşturmaktadır. Bu genç nüfus, çoğu zaman, özellikle yaşlanan Avrupa kıtası ülkeleriyle kıyaslandığında, çok önemli bir fırsat olarak görülmektedir. Ancak, bu gençliğin nitelikli eğitime kavuşturulmazsa fırsat olmaktan çıkıp ciddi bir tehdit oluşturacağının çok geç olmadan görülmesi gerekmektedir. Çocuklarımızın kaç yılını okulda geçirdiği tartışması bir kenara bırakılmalı, onlara hangi nitelikte eğitim verilmesi gerektiği düşünülmelidir. 2023 yılında nüfusun yaklaşık %70’inin çalışma çağında olacağı düşünüldüğünde, önümüzde 15 yıllık bir demografik fırsat penceresi bulunmaktadır.

Eğitimin nitelik kazanmasının en önemli koşulunu, kaynakların verimli kullanılması oluşturmaktadır. Var olan imkanlarla yapılanlara bakınca, ülkemizin kaynak israfı öne çıkmaktadır. Türkiye’de GSMH’nın yılda ortalama %3,5’i eğitime ayrılmaktadır. Ancak, ne yazık ki, okullar yeterince kaliteli eğitim veremez hale geldiği için, eğitim okulların dışına taşmış, bunun sonucunda da dershaneler ortaya çıkmıştır. Dershaneler, bugünkü haliyle adeta sektör içinde sektör konumuna gelmişlerdir. 2008 yılı itibariyle dershane sayısı 4.000’den fazlayken, ki bu yalnızca kayıtlı olanların sayısıdır, ortaöğretim kurumu sayısı 3.690’dır. Bir ülkede eğitim sisteminin okullar aracılığıyla işlediğinden bahsederken, her yıl okul dışı dershane sektörü %30 artırılıyorsa, şu an içinde bulunduğu haliyle milli eğitim sistemimizin eğitemediğini açık seçik görmekteyiz. Var olan eğitim sistemimiz içinde tabii ki çocuklarımız öğrenmektedirler. Ancak, burada odak noktası, onların bilgi toplumunun gerekleriyle baş edebilmek için ne kadar “etkin” ve değişime uyum sağlayacak şekilde ne kadar “hızlı” ve ne kadar “nitelikli” eğitim aldıkları olmalıdır. Dünya bu kadar hızlı değişirken, eğitim bu değişmenin gerisinde kalmamalıdır. Buradaki formül çok basittir: Eğitimin hızı ve niteliği, bilgi toplumundaki değişim hızı ve gereklerine en azından eşit ya da daha büyük olmalıdır.

Güney Kore’yi ele alırsak, Türkiye’nin üçte biri yüzölçümüne sahip olmasına rağmen nüfus olarak eşdeğer büyüklüktedir. Bundan 50–60 yıl önce dünyanın en yoksul ülkelerinden biriyken bir ulusal eğitim programını yürürlüğe koymuştur. Bu program, bizdeki gibi hükümetlerden hükümetlere, YÖK başkanından YÖK başkanına değişmemiştir. Çünkü onlar bu hızla ilerleyen ve değişen dünyadaki tek gücün silah değil beyin olduğuna inanmışlardır. Tüm paydaşların katıldığı ortak bir iradeyle hareket etmişlerdir.

Atatürk 1922 yılında Bursa’da öğretmenlerle yaptığı konuşmasında “görülüyor ki bugün hepimizin en önemli görevimiz Milli eğitim işleridir. Başarının sağlanması için hepimizin tek vücut ve tek düşünce olarak esaslı bir program üzerinde çalışması gerekir” demiştir. 85 yıldır hâlâ tek vücut olup bir ortak irade oluşturamadığımız gerçeği düşünüldüğünde, geldiğimiz nokta hiç de iç açıcı değildir.

Eğitim konusunun artık rejim ve ekonomiyle ilgili sorunların gölgesinde kalmaktan çıkarılması gerekmektedir. İleride eğitimsizlik ve sonrasında işsizlikle boğuşan bir ülke konumundan çıkmak için şimdiden yeterli önlemlerin alınması gerekliliği toplumun tüm kesimlerine kazandırılmalıdır. Siyah ya da beyaz diye ayrıştırılmadan, eğitim ideolojik kazanımlar için bir araç olmaktan çıkarılmalıdır. Ülkemizin geleceğini düşündüğümüzde, ancak tüm paydaşların katılımıyla ulusal bir programın yürürlüğe konması için elimizdeki imkanları zorlarsak başarılı olabiliriz. Bunun gerçekleşebilmesi için hedefi iyi belirlenmiş stratejilere ve siyasi ranttan, popülist yaklaşımlardan arınmış ortak bir iradeye ihtiyaç vardır. Ancak o zaman, Büyük Önder Atatürk’ün ve atalarımızın bize emanet ettiği ülkeye layık olabiliriz.