Etiket arşivi: Türk Eğitim Derneği

10.000 Genç Meşale, daha aydınlık bir Türkiye için yakılıyor!

Türk Eğitim Derneği, Türkiye’nin en köklü ve öncü sivil toplum kuruluşu kimliğiyle eğitim alanında çeşitli projeler geliştirerek Türkiye’de bilim ve çağdaşlık adına atılan adımların öncülüğünü yapıyor. Derneğin en son düzenlediği “10.000 Genç Meşale Daha Aydınlık Türkiye” kampanyası ise Türk toplumunu eğitim konusunda seferberliğe davet ediyor!

Türk Eğitim Sistemi’nin sorunlarının çözümünde uygulanması gereken temel politikalar için gerekli ‘ortak irade’nin bulunmaması, eğitime ayrılan kaynakların etkin ve verimli kullanılamaması, kaliteli eğitime ulaşmada yaşanan fırsat ve cinsiyet eşitsizliği, eğitime erişebilirlik seviyesinin düşük olması, okul öncesi eğitimin öneminin anlaşılamamış olması ve gerekli kaynakların aktarılamaması, SBS ve ÖSS gibi sınavların tüm eğitim sistemini tutsak almış olması, demokratik eğitim ortamının sağlanamaması, teknoloji ve yabancı dil eğitiminin küresel dünyanın ihtiyaçlarına cevap verememesi ve nitelikli öğretmen yetiştirmede yetersiz kalınması gibi sorunlardan yola çıkan kampanyanın hedef kitlesi Türk toplumunun genelini kapsıyor.

Türk Eğitim Derneği bu kampanya ile ulaşacağı çocuk sayısına 10.000 hedefi koymayı ve onları çağdaş dünyanın becerileri ile donatılmış, Türk toplumunun değerlerine ve Atatürk ilkelerine sahip çıkan bireyler olarak yetiştirmeyi amaçlıyor.

İçerdiği burs programı ile öğrenciye eğitimi boyunca akademik gelişimine ilişkin yeterli ve sürekli maddi destek vermenin yanı sıra sosyal, kültürel ve psikolojik anlamda kapsamlı manevi destek de sunan “10.000 Genç Meşale Daha Aydınlık Türkiye” kampanyası, gönüllülerden aldığı güçle karanlığın üzerine yürüyor.

Bugün aralarında sanatçıların, iş dünyasında önemli yerlere gelmiş olan TED mezunlarının ve çeşitli meslek grubu mensuplarının bulunduğu büyük bir kitle, genç meşaleler yakmak üzere Türk Eğitim Derneği ile işbirliğine gidiyor. Çünkü Türkiye’nin geleceğine ışık tutmak hedefiyle düzenlenen “10.000 Genç Meşale Daha Aydınlık Türkiye” kampanyası, bireyler ve kurumlar için bir sosyal sorumluluk projesi niteliği taşıyor.

Dileyen tüm birey ve kurumların xxx xx xx no’lu telefon aracılığıyla Türk Eğitim Derneği’ne ulaşarak katılabileceği kampanya, yalnızca Türkiye’nin değil, burs verilen çocukların kaderini de değiştiriyor. Başarılı ama maddi olanakları yetersiz çocuklara TED okullarında eğitim alma fırsatı veren “10.000 Genç Meşale Daha Aydınlık Türkiye” kampanyası, yarının iş dünyasına yön verecek taze beyinleri gün ışığına çıkartıyor.

Türk Eğitim Derneği İstanbul Temsilciliği İcra Kurulu Başkanı Tijen Evirgen Armağan, projeyi şöyle özetliyor: “Bu seferberlik, ara hedefler koyarak kaliteli bir eğitimle Atatürk ilkelerine bağlı, fark yaratacak nesiller yetiştirip ülkemizin geleceğini daha ileri taşıma hedefini gerçekleştirme amacı taşıyor. Türk Eğitim Derneği, hazırladığı “10.000 Genç Meşale Daha Aydınlık Türkiye” kampanyasıyla Tam Eğitim Bursu verirken burs verdiği öğrencilere sadece maddi destek sağlamakla kalmayıp, öğrencilerin tüm sosyal gelişimlerini uzmanlar aracılığıyla izlemektedir. Öğrencilerin eğitim hayatı boyunca takibi yapılmakta ve barınmasından servisine, kıyafetinden cep harçlığına kadar tüm ihtiyaçları karşılanmaktadır. Bu uygulamalar, Türk Eğitim Derneği burs uygulamalarını mevcut burs uygulamalarından ayıran en önemli özelliklerdir. Tam Eğitim Bursu’nu almaya hak kazanan öğrenciler, Türk Eğitim Derneği tarafından açılmış olan 22 okulda eğitim alıyorlar.”

Evirgen, sözlerini şöyle sürdürüyor: “Kampanyamızla ilgili olarak halkımızın bilgilendirilmesi ve bilinçlendirilmesine yönelik çeşitli proje ve tanıtımlar yaptık. Bunların ilki Ali Poyrazoğlu’nun Türk Eğitim Derneği için özel olarak yazdığı ve Türkiye’nin çeşitli illerinde sergilenen ‘2 İleri 1 Geri’ adlı oyunu oldu. Bunun yanı sıra 10.000 çocuk hedefine ulaşmamızı hızlandırabilmek için çeşitli kurum ve kuruluşlarla kampanyamız için görüşerek destek vermelerini sağlıyoruz. Bunlar içinde Denizbank, Finansbank ve Garanti Bankası gibi maddi kaynak sağlayanların yanı sıra Ceva Lojistik, xxx (diğer sponsorlar?) gibi ayni destekte bulunanlar da var. Aydınlık nesiller yetiştirmek konusunda sarf ettiğimiz çabaya ortak olmak isteyen herkesi başarılı gençlerimizin eğitimine destek vermeye çağırıyoruz.”

Gerek yerinde çözümleme, gerekse Genel Merkez ile eşgüdümü sağlama işlevlerini üstlenmiş bulunan ve TARİH??….’da kurulan Türk Eğitim Derneği İstanbul Temsilciliği, TED okullarından mezun üyelerin başında bulunduğu kurumlardan biri olarak iş dünyasının kalbinin attığı İstanbul’da Türk Eğitim Derneği’ni destekleyen faaliyetleri yürütüyor.

Türk Eğitim Derneği, 21. yüzyıldaki değişime ayak uydurabilecek, böyle bir dünyada rekabet edebilecek, iyi eğitim görmüş genç nesillerin yetişmesi ülkemizin geleceği için büyük önem taşıdığından herkesin bu projeye destek olmak isteyeceğine inanıyor.

Tam Eğitim Bursu neleri kapsıyor?
• Öğrencilerin tüm eğitim, barınma (yatılı ise), servis, yemek, kitap-kırtasiye, giyim ve cep harçlıkları karşılanmaktadır.
• Öğrenciler TED okullarında eğitimlerine devam etmektedir.
• Bulunduğu ilde TED okulu olmayan kız öğrenciler Karabük TED Koleji’nde, erkek öğrenciler ise TED Polatlı Koleji’nde yatılı olarak okutulmaktadır.
• TEB 2008/09 için burs verenden alınan bedel 4,500 TL’dir.
• Türk Eğitim Derneği, öğrencinin geri kalan masraflarını kendi öz kaynakları ile karşılamakta ve öğrenci başı maliyet 13,000 TL‘ye gelmektedir.

Dünya Gazetesi-Özel Üniversiteler Eki

21. yüzyılda üniversiteler dörtlü bir işlevi yerine getiren bir modelle evrimleşmelerini sürdürmektedirler. Bu doğrultuda, üniversiteler bilginin üretimi (araştırma), bilginin sunulması (dersler), bilginin dağılımı (yayınlar) ve topluma hizmet sunulmasından oluşan çoklu bir işlev üstlenmişlerdir. Aslında üniversite 1000 yıllık bir kurumdur ancak 20. yüzyılın ikinci yarısıyla birlikte pek çok yeni üniversite türü ortaya çıkmıştır. Özel kuruluşlar eliyle yükseköğretimin sunumu değişik biçimlerde gerçekleştirilmeye başlamıştır. Bunlar arasında kar amacı gütmeyen vakıf üniversiteleri (Harvard, Stanford), kar amacı güden kurum üniversiteleri (University of Phoenix, Dewry University), şirket üniversiteleri (Motorola University, Oracle University), sınır ötesi (transnational) üniversiteler (Nottingham, The Apollo Group) ve sanal üniversiteler (Tec de Monterry) bulunmaktadır.

Bu çeşitlilik sayesinde, yüksek öğretim elitist olmaktan çıkmış, daha geniş kitlelere ulaşmaya başlamıştır. 2000 yılında dünya genelinde 50 milyon yüksek öğrenim öğrencisi varken 2020 yılında bu sayının 200 milyona ulaşması beklenmektedir. Türkiye’de de yüksek öğrenime olan talep benzer bir eğilimi ortaya çıkarmıştır. Yüksek öğretim artık kitle eğitimi niteliği kazanmaya başlamıştır; çünkü talep bu yönde oluşmuştur. Her geçen gün yeni bir özel üniversitenin kurulma aşamasına geldiği görülmektedir. Türkiye’de 23 Haziran 2009 tarihinde TBMM’de kabul gören TED Üniversitesi’nin de bulunduğu 39 vakıf üniversitesi bulunmaktadır.

Özel yüksek öğretim kuruluşlarındaki öğrencilerin toplam öğrenci sayısı içindeki payı Güney Kore’de yüzde 80, Japonya’da yüzde 76, Hindistan’da yüzde 75’tir. Türkiye’de ise vakıf üniversitelerindeki öğrenci sayısı toplam öğrenci sayısının ancak yüzde 5’ini oluşturmaktadır. Türkiye’de tüm üniversitelerdeki toplam kontenjan 544 bin 882’dir. Devlet üniversitelerinde ön lisans + lisans + özel yetenek olmak üzere toplam 460 bin 635 bin, vakıf üniversitelerinde toplam 64 bin 607 bin, KKTC ve yurtdışında toplam 19 bin 640 bin öğrencilik bir kontenjan bulunmaktadır. Bu kontenjanlar yüksek öğrenime olan talebi karşılayamaz durumdadırlar; yani Türkiye’de bir arz-talep dengesizliği bulunmaktadır. Bu dengesizliğin ortadan kaldırılması için ise var olan üniversitelerdeki kontenjanların artırılması ve yeni üniversitelerin kurulması gibi yollar seçilmiştir. Yüksek öğretimde net okullaşma oranında hedef yüzde 31 iken ancak yüzde 20,14 oranında gerçekleşebilmiştir (TÜİK: 2008). Bazı ülkelerle (Belçika’da yüzde 56, Fransa’da yüzde 51, Almanya’da yüzde 46, İsrail’de yüzde 11, Güney Kore’de yüzde 52) karşılaştırıldığında bu oranın çok düşük olduğu görülmektedir. Niceliksel bir büyüme ne yazık ki niteliksel bir gelişmeyi de garanti etmemektedir. Yükseköğrenimde bir üniversitenin kendi sistemini oluşturması, evrimleşmeye başlaması, ‘öğrenen’ bir kurum olarak ayakta kalmayı başarabilmesi ve kendi kurum kültürünü oluşturabilmesi oldukça uzun bir zaman almaktadır ve getirilerinin geri dönüşü uzun vadeli olmaktadır. Her geçen gün yeni bir vakıf üniversitesinin kurulma çalışmasının başlatılması adeta bir moda halinde yayılmaktadır. Ancak unutulmamalıdır ki, birbiri ardına açılan üniversiteler sistemin gerektirdiği hazırlanma, kurulma, olgunlaşma ve evrimleşme süreçlerini gerektiği gibi tamamlayamazlarsa öğrencilerine sundukları öğrenimin niteliksizliği ciddi bir sorun olarak karşımıza çıkacaktır. İşte o zaman verilen diplomalar, ne yazık ki içi doldurulamamış boş birer kağıt parçasından öteye gidemeyecektir. Üniversite mezunlarının o ülkenin ekonomisine katkısı ve yaşamla ilgili edindikleri bilgi ve becerileriler bu kurumların başarısını gösteren iki önemli kriterdir. Bu kriterlerin giderek göreli olarak azalan kamusal kaynaklar ile karşılanabilmesi gün geçtikçe güçleşmektedir. Diğer ülkelerde de aynı sorunla karşılaşılmıştır. Yıllar içinde pek çok ülkede bir yandan üniversitelerin işletme harcamalarına hükümetlerin katkısı yüzde 80’lerden, yüzde 10’lara düşünce, öte yandan yüksek öğrenime de talep artınca bu talebi karşılamanın maliyeti çok artmıştır. Örneğin, İngiltere’de nüfus artış oranı düşmesine rağmen üniversite eğitimi talebi yüzde 7,2 artmıştır. Üniversite harçlarını artırmak, dolayısıyla maliyeti öğrencilerin üzerine yıkmak, öğrencileri öğrenimden faydalananlar konumundan çıkıp tüketici ve borçlu konumuna getirmek, endüstri ile ortak araştırma projelerine girip, gerçeği arama misyonlarını yitirip kar peşinde koşan kurumlar konumuna gelmek, giderek artan sayıda geçici ve yarı zamanlı işgücü istihdam etmek bu artan maliyeti karşılamak için kullanılan belli başlı yollar olmuşlardır.

Bu ve bu türden senaryoların kötü etkilerinin en aza indirilebilmesi için devletin sağlaması gereken bir takım kolaylıklar olmalıdır. Devlet, bütçesinden belli ölçülerde kaynak ayırabilir; arazi tahsisi ve vergi konusunda gerekli kolaylıkları sağlayabilir. Önemli olan, alınan üniversite diplomasının işlevinin sorgulanmamasıdır. Öncelikler ve beklentiler belirlenmeli, yerelin özelliklerinden kopmadan küreselle ilişkinin kurulması sağlanabilmelidir. Nitelikten uzaklaşmayıp yüksek öğrenimin kapasite yaratımı işlevine odaklanarak nicelik ve nitelik paralelliğini sağlanabilmelidir. Hükümetten gelecek kısa vadeli finansal yardımlar tüm bunların gerçekleşmesi için yeterli değildir.

Bilgi temelli ekonomiye geçilmesiyle birlikte dört stratejik boyut önem kazanmıştır. Bunlar, uygun ekonomik ve kurumsal rejimin bulunması, güçlü bir insan sermayesi temelinin olması, dinamik bir bilgi alt yapısının sağlanmış olması ve etkin bir ulusal inovasyon sisteminin bulunması. Bir ülkenin kalkınması için gerekli olan bu ön koşul niteliğindeki dört boyut, daha mikro boyutta özel üniversitelerin kurulması aşamasında da ön koşul olarak belirlenebilir. Ancak bu yolla vakıf üniversiteleri dünya klasmanında birer üniversiteye dönüşebileceklerdir.

Üniversitelerde Çeşitlilik Bir Gereklilik ve Zenginliktir

Yükseköğretim hem kamunun malıdır hem de kamu eliyle üretilmekte olan bir hizmettir. 1984 yılında Vakıf Üniversitelerinin Türk Yükseköğretimine girmeleriyle bu kamu malının özel olarak sunumu başlamıştır. Bilkent Üniversitesi (1984), Koç Üniversitesi (1992) ilk vakıf üniversiteleridir. Tıpkı devlet üniversitelerinde olduğu gibi 2547 sayılı Yüksek Öğrenim Kanunu’na tabidirler. Şu anda, Türkiye’de 94 devlet, 38 vakıf üniversitesi bulunmaktadır. Vakıf üniversitelerinin devlet üniversitelerinden farkları kendi önceliklerini saptayıp buna göre eleman alma ve öğrenci yetiştirme politikası oluşturabilmeleridir ki bu da şu anki mevcut durum içinde aslında bir çeşitlilik ve zenginlik yaratmaktadır. Özel kuruluşlar eliyle yükseköğretimin sunumu değişik biçimlerde gerçekleşmektedir. Bunlar arasında kar amacı gütmeyen (non-profit) vakıf üniversiteleri (Harvard, Stanford), kar amacı güden (for-profit) kurum üniversiteleri (University of Phoenix, Dewry University), şirket (corporate) üniversiteleri (Motorola University, Oracle University), sınır ötesi (transnational) üniversiteler (Nottingham, The Apollo Group) ve sanal (virtual) üniversiteler (Tec de Monterry) bulunmaktadır.

Amerika’daki üniversite sistemini diğer ülkelerden farklı ve üstün kılan
sistemin sürekli bir değerlendirmeden geçirilmesi, raporlar yazılması ve
elde edilen sonuçlara göre önlemlerin alınmasıdır. Örneğin bu raporlarda doktora eğitimi bir bilim dalındaki tüm konuları kapsayan standart model, alt disiplin modeli, disiplinler arası model, probleme yönelik model, ya da disiplinler üstü model olarak
sınıflandırılabilmektedir. Oysa ülkemizde üniversitelerde öğrencilere hala standart doktora programları sunulmaktadır.

Bir üniversite öğrencisine verilecek eğitimin başarısı nerededir? Türkiye’de ne yazık ki öğrencilerin belli bir kalıba dökülerek ve belli bir modele göre koşullandırılması, faklılıklarının bilenmesi yerine törpülenerek yok edilmesi, adeta aynı tornadan çıkmış, dünyayı tek bir bakış açısıyla gören, işlerin yapılışında aynı yolu izleyen, kullandığı yöntemler ve düşünme sistemleriyle diğerleriyle hiçbir farklılık göstermeyen tek tip insan yetiştirilmeye çalışılması başarı olarak sunulmaktadır. Ya da bir üniversitenin başarısı kimi zaman yayın indeksine bakarak belirlenmekte, kimi zamanda öğretim üyesi başına düşen yayın sayısı hesaplanmaktadır.

Measuring Up 2008 Yüksek Öğrenim Raporu’na (U.S.A) göre bir ülkenin yüksek öğretimdeki başarısını/başarısızlığını kanıtlayan kriterler şunlardır: 1.yüksek öğrenime hazırlıktaki başarı 2. yüksek öğrenime katılımın yüksekliği 3. yükseköğrenimin aile/öğrenci tarafından maddi olarak karşılanabilmesi 4. yüksek öğrenime katılanların üniversiteyi bitirebilmesi 5. yüksek öğrenim mezunlarının ülke ekonomisine katkısı 6.üniversite eğitimi almış vatandaşların yaşamla ilgili bilgi ve becerileri.

Bugün gelinen noktada yükseköğrenim YÖK sisteminden öğrenci alımına, rektörlük seçiminden üniversitelerin malî ve idari özerkliğine kadar yoğun problemlerin yaşandığı ve süreklilik kazandığı bir alan haline gelmiştir. YÖK tarafından yürütülen düzenleyici sistem değiştirilebilir ve üniversitelerin iç yönetimine fazla müdahaleci bir tutumdan vazgeçilebilir. Sorunların ele alınışı en alttaki yetkilinin sorumluluğunda olabilir, yani ‘yerindenlik’ kavramına dayandırılabilir. Sistemin tüm aşamalarında ve işleyişi sırasında öz değerlendirme çalışmaları yapılabilir. Tüm aktörlere (rol alanlara) sorumluluk yüklenebilir.

Üniversitelerin belli başlı üç misyonu bulunmaktadır: eğitim-öğretim sunmak, araştırma yapmak ve toplumsal hizmet vermek. Üniversitelerin bu üç misyonu da yerine getirirken aynı anda en iyiyi yakalamaları oldukça güçtür. Önemli olan çağın değişen koşullarına uygun siyasaların geliştirilmesi ve yüksek öğretim kurumlarının çevresindeki diğer kurum ve kuruluşlarla birlikte evrilmeleridir.

Eğitimin Sürdürülebilir Kalkınma Üzerindeki Etkisi

Eğitim son yıllarda sürdürülebilir bir ekonomik kalkınma için en önemli etken haline gelmiştir. 2004 -2014 yılları arasındaki on yıllık dönem UNESCO tarafından ‘sürdürülebilir kalkınma için eğitim’ yılları olarak belirlenmiştir. Bir ülkenin gücünü değerlendirirken sadece fiziksel ve finansal sermayelerini dikkate alan bir yaklaşım, o ülkenin asıl gücünü oluşturan ve görünmez varlıkları temsil eden beşeri sermayeyi göz ardı ediyor demektir. Beşeri sermayenin diğer sermaye türlerinden farkı kullanıldıkça değerinin artmasıdır. Çünkü 21. yüzyıl bilgi çağıdır ve bilgiye dayalı bir rekabet yaşanmaktadır. Bilgiye dayalı ekonomide geleneksel, el becerilerine dayalı işler yerini ileri teknoloji gerektiren bilgi yoğun işlere, mavi yakalı işçiler yerini ‘bilgi işçilerine’ bırakmıştır. İnsan kaynaklarına yatırım yapan ülkeler, yeni alanlarda istihdam ve üretim yaratabilen, sürdürülebilir bir ekonomik kalkınma kaydeden, vatandaşlarına kaliteli bir eğitim, sağlık ve diğer sosyal alanlarda hizmet sunabilen ülkelerdir.

Eğitim yatırımlarının sürdürülebilir kalkınma üzerindeki etkisi ve bu yatırımların geri dönüşü üretimdeki artışta, becerilerin geliştirilmesinde, tüketici davranışlarının iyileştirilmesinde ve araştırmacı sayısındaki artışlarda somut olarak görülmektedir. Bilgi çağına ve bilgi ekonomisine geçilmesiyle birlikte bir ülkenin çalışanlarının bilgi birikimleri ve buna bağlı yaratılacak olan ‘know-how’un kapasitesinden oluşan entelektüel sermaye ön plana çıkmaktadır. Bugün ABD’de beşeri sermaye kaynaklarının değerleri toplamının yaklaşık 30 trilyon dolar, buna karşılık fiziki varlıklar toplamının ise 18.8 trilyon dolar olduğu tahmin edilmektedir. Seksen-sekiz gelişmekte olan ülkeye uygulanan ve insan kaynaklarının geliştirilmesi ile kalkınma arasındaki ilişkiyi inceleyen bir modelin sonuçlarına göre okuma yazma oranındaki % 20’den % 30’a artış GSYİH’da % 8’den % 16’ya kadar bir artışa yol açmaktadır.

Eğitimin üretim üzerindeki etkisine en güzel örnek tarım sektöründeki verimlilik artışıdır. Çiftçilerin dört yıllık ilave eğitimlerinin, fiziki tarımsal çıktıları yaklaşık % 10 artırdığı tespit edilmiştir. Başka bir çalışma sonucuna göre, bir yıllık ilave bir eğitim süresinin GSYİH’ya % 3’lük bir katkı yaptığı sonucuna varılmıştır. Bu örnekler ekonomik büyümenin temelinde fiziksel yatırımlardan ziyade teknolojik yatırımların ve ARGE faaliyetleri için ayrılan kaynakların ve insan kaynaklarının geliştirilmesine yönelik yatırımların olduğunu göstermektedir.

Eğitimin becerilerin geliştirilmesi ve dolayısıyla ekonomik kalkınma üzerindeki etkisinin büyüklüğü tartışma götürmez bir gerçektir. Bilgi toplumuna geçilmesiyle beraber bilginin üretilmesi, başka yerlerde başkaları tarafından üretilmiş bilginin alınıp uyarlanması ve o ülkede var olan bilginin yayılması önem kazanmıştır. Artık bilgiye ulaşmak çok kolaydır ve hatta bir bilgi kirliliğinin oluştuğu söylenebilir. Önemli olan bilgiyi katma değer haline getirebilmektir. 1980-90’larda Asya kaplanlarının başarıya ulaşması, ABD ve Avrupa’da üretilen bilgiyi alıp pratikte uygulamayı başarmış olmalarıdır. Bu tür bir başarı için önkoşul çağın gerektirdiği becerilerle donatılmış nitelikli işgücüdür. Sözel ve sayısal beceriler, bilişim teknolojileri becerileri, sosyal beceriler, öğrenmeyi öğrenme gibi temel beceriler eğitimle kazandırılmaktadır. Ancak bilgi uyarlamasının yapılabilmesi için işgücünün bu tür temel becerilere sahip olmasının yetmediği görülmektedir. Ekonomiye ivme kazandırılabilmesi ancak istihdam edilebilirlik becerilerinin kazandırılmasıyla mümkün olmaktadır. Kavramsal düşünebilen, mevcut durumu kavrayabilen ve düzeltme yoluna gidebilen, düşünmek ve akıl yürütmek konusunda eğitimli, ileri düşünme becerilerine sahip insanların yetiştirilmesi gereklidir ki, bir ülke bilgiyi üretemese bile alsın, uyarlayıp kullanabilsin.

Eğitimle edinilen beceriler kadar önemli bir başka unsur da tutum ve değerlerdir. Oluşturulacak davranışların toplumun, ekonominin, siyasal yapının ve bireylerin beklentilerine uygun olması gerekir. Eğitim toplumdaki bireylerin ülke ekonomisinin gerektirdiği tüketici davranışlarını edinmeleri, toplumsal kaynakları akılcı bir biçimde kullanmaları ve değerlendirmeleri konusunda farkındalık kazandırarak dolaylı yoldan ülke ekonomisine katkıda bulunur.

Türkiye’de eğitim politikası üretenler bir sonraki hedefi zorunlu eğitimin sekiz yıldan on iki yıla çıkarılması olarak belirlemişlerdir. Ancak önemli olan okulda geçirilen süre değil, bu sürede neyin nasıl yapıldığı, öğrencilerin ne öğrendiği, ileri düzey öğrenme becerilerini ne derece geliştirebildikleridir. Dolayısıyla okulda geçirilen uzun yıllarla ekonomik kalkınma arasındaki ilişkinin sorgulanması gereklidir. ARGE çalışmalarını gerçekleştirecek nitelikli insan kaynağının azlığı, Türkiye’nin sürdürülebilir ekonomik kalkınmada arzu edilen seviyenin çok daha altında kalmasına yol açmaktadır. OECD ülkelerinde her bin çalışan başına 6.8 araştırmacı düşerken, Türkiye’de bu sayı her bin çalışan için 1.1 araştırmacıdır. 2013 yılında 16 milyar TL’lik bir ARGE harcaması hedeflendiği düşünülürse sorun maddi kaynak sorunu değil, iyi yetişmiş insan kaynağı sorunudur. Bu tür karşılaştırılabilir uluslararası göstergelerle değerlendirildiğinde, Türk eğitim sisteminin nitelik ve nicelik bakımından sürdürülebilir bir ekonomik kalkınmayı ve küresel ekonomide rekabet edebilmeyi sağlamak açısından kat etmesi gereken mesafenin çok uzun olduğu görülmektedir.

Businessweek – Serbest Köşe

19 Mayıs Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı Mesajı

Savaşların yanı sıra anlaşmalarla yenik düşen bir ülkenin kaderini değiştirmek üzere 16 Mayıs 1919 günü İstanbul’dan Bandırma vapuruna binen Mustafa Kemal Atatürk, Samsun’a giderek yurdumuzu kurtarma hareketini başlattığında henüz 38 yaşındaydı. Gençlik yıllarında durmaksızın vatanı için çalıştığından, birkaç hafta önce, yani 1919 yılının Nisan ayı sonlarında 9. Ordu Müfettişliğine atanmıştı. Mayıs 1919’dan kısa bir süre sonra ise yurdun tüm ordularının başına geçen başkumandan olacaktı.

Atatürk ve yakın dostları gençlik yıllarının tüm enerji ve dinamizmini bir vatan kurtarmaya ve yeni bir ülke yaratmaya sarf etmiş, yaptıkları atılımlarla Türkiye’nin geleceğini çizmişlerdi. Bu nedenledir ki Atatürk, ülkesinin gençliğine inanan liderlerin başında geliyordu. “Gençliği yetiştiriniz. Onlara ilim ve irfanın müspet fikirlerini veriniz. Geleceğin aydınlığına onlarla kavuşacaksınız” demekle kalmıyor, onlara olan güvenini, “Gençler! Benim gelecekteki emellerimi gerçekleştirmeyi üstlenen gençler! Bir gün memleketi sizin gibi beni anlamış bir gençliğe bırakacağımdan dolayı çok memnum ve mesudum” sözleriyle ifade ediyordu.
Bugün bu bayramı idrak ederken gençliği simgeleyen yıpranmamışlık, güç, azim, kararlılık gibi simgelerin taşıdığı potansiyeli işlevsel gerçeklere dönüştürmenin önemini de bir kez daha hatırlıyoruz. Atatürk, “Milleti yükseltmek için dikilecek engellere hep birlikte mani olacağız. Bunun için beyinlerinize, irfanlarınıza, bilgilerinize, gerekirse bileklerinize, pazularınıza, bacaklarınıza başvuracak, fakat sonuçta mutlaka ve mutlaka o amaca varacağız… Bu millet, sizin gibi evlatlarıyla layık olduğu olgunluk derecesini bulacaktır,” derken yıkılmış bir ülkeyi yeniden kuracak cesareti artıranın gençler olduğuna inanıyordu.

19 Mayıs 1919 tarihinin üzerinden tam 90 yıl geçti. Türk ulusu olarak 90 yıl içinde pek çok konuda mücadele ettik ama önümüzde hala aşmamız gereken engellerin sayısı da hayli yüksek. Atatürk, “Dinlenmemek üzere yürümeye karar verenler, asla ve asla yorulmazlar” demişti. Biz de Türk Eğitim Derneği olarak dinlenmemek ve yükselen her yeni nesli Cumhuriyet ideallerini sürdürmek üzere yetiştirmek için 81 yıl önce yola çıktık.

15-24 yaş aralığında 12 milyondan fazla gencin bulunduğu ülkemizde cumhuriyetin kuruluşundan bu yana gençleri merkeze alan etkin bir gençlik politikası oluşturulamamıştır. Türk Eğitim Derneği olarak bizler de en büyük mücadelelerimizden birini bu ihtiyacın giderilmesine temel olacak olan eğitim alanında, milli bir eğitim politikası yaratılması konusunda veriyoruz.

Genç nüfusumuzu oluşturan bireylerimizi kendilerini ifade edebilen, iletişim becerileri yüksek mesleki bilgilerin yanı sıra kişisel gelişim yolunda da ilerlemiş, sağlıklı, kendi kimliklerine saygı duyan ve sınav not kaygısından çok başarıyı ön plan alan bireyler olarak yetiştirdiğimiz sürece bu genç nüfus avantajının büyük bir kalkınma ve istihdam enerjisine dönüştürülebileceğine inanıyoruz.

Bu inanç ve sahip olduğumuz prensiplerle Atatürk’ün bu konudaki sözlerini bir kez daha yürekten yineliyoruz: “Gençler! Cesaretimizi artıran ve devam ettiren sizsiniz. Siz almakta olduğunuz eğitim ve kültür ile insanlık özelliğinin, vatan sevgisinin, düşünce özgürlüğünün en kıymetli sembolü olacaksınız”.

Sınav sisteminin tutsağı olmak ya da olmamak… İşte bütün mesele bu!

Son 20 – 30 yıldır ülkemizde hüküm süren sınav sisteminin, eğitim sistemimiz üzerindeki etkisi değerlendirildiğinde karşımıza şu tablo çıkmaktadır: şu anki haliyle sınav sistemi öğretimin tüm kademelerinde – ilköğretim, orta öğretim ve yükseköğretim – eğitim sistemini tutsak almış durumdadır. Bu konuda öyle bir noktaya gelinmiştir ki, eğitim sisteminin varlık nedeni öğrencilere hizmet etmek olmalıyken, bu haliyle tam tersi bir durum yaşanmaktadır ve öğrenciler sisteme hizmet etmektedirler.

Seviye Belirleme Sınavı (SBS) ya da Öğrenci Seçme Sınavı’nda (ÖSS) alınacak notlara odaklanmış bir öğretim, eğitimin öncelikli amaçlarının gerçekleşmesinde en önemli engeldir. Sınavların etkisi tüm eğitim sistemine öylesine hükmetmektedir ki, öğrencilerin en önemli becerisi test çözerken dört yuvarlaktan birini seçip dışarıya taşırmadan içini doldurmak olmuştur. Gerek veliler, gerekse öğretmenler ve dolayısıyla öğrenciler için ‘başarı’ kavramı sınavlardan alınan sonuçlara indirgenmektedir.

Özellikle dershanelerin ve okulların, SBS ya da ÖSS sonuçları açıklandığında, “Şu kadar birinci çıkardık” ya da “Şu kadar öğrencimiz ilk bin kişi içinde yer alıyor” türünden söylemlerde bulunması ‘başarı’ kavramının sınavda alınan puana endekslendiğinin en önemli göstergesidir. Eğitimin öğrencileri ‘hayata hazırlama’ yönü bütünüyle ihmal edilmekte, ‘sınava hazırlama’ yönü öncelikli ve nihai amaç olmaktadır.

Zaten niteliğinin düşüklüğü en temel sorun olan öğretim, SBS/ÖSS baskısı altında işlevini iyiden iyiye yerine getiremez hale gelmektedir. Bu mevcut adaletsiz yarışta maddi imkânı yüksek olan öğrenciler dershaneler ve özel derslere devam ederek maddi imkânı olmayan öğrenciler karşısında avantajlı duruma geçmektedirler. Tüm bu manzara karşısında öğrenci, öğretmen, veli ve yönetici gibi sistemin içinde olan kesimler yıllar içinde kronikleşmiş bu sorunla yaşamaya alıştırılmış ve öğrenilmiş bir çaresizlik içinde bırakılmışlardır.

Sistemin en üst kademesini oluşturan yükseköğretime geçişte 1998 ile 2008 yıllarının karşılaştırması aslında tabloyu çok net bir şekilde ortaya koymakta ve ne yazık ki hiçbir yol kat edilmediğini göstermektedir. Buna göre:

• 1998 yılında ÖSYM’ye başvuran sayısı 1 milyon 317 bin 490 idi. Üniversiteye giriş sınavı iki aşamalıydı: Birinci aşama ÖSS, ikinci aşama ise ÖYS olarak adlandırılıyordu. İkinci aşama sınavına girmeye hak kazananların sayısı 604 bin 033, lisans 160 bin 070 ve ön lisans 94 bin 719 olmak üzere toplam kontenjan 254 bin 789 idi. Yerleşen öğrenci sayısı 236 bin 960, boş kalan kontenjan ise 17 bin 829 idi.
• 2008 yılında ise ÖSYM’ye başvuranların sayısı 1 milyon 644 bin 073’e ulaşmıştır. ÖSS ve Yabancı Dil Sınavı’nda (YDS) tercih yapan 1 milyon 179 bin 944 adaydan 286 bin 363 aday lisans programlarına yerleşirken, 674 bin 861 aday açıkta kalmıştır.
• 1998 yılında yükseköğretim bütçesinin toplam bütçe içindeki payı yüzde 2,9; GSMH içindeki payı yüzde 0,86’dır.
• 2008 yılında ise, toplam bütçe içindeki payı yüzde 3,2; GSMH içindeki payı yüzde 0,74’tür.

Son on yıl içinde bir arpa boyu mesafe alınamamışken, sorunun çözümü için bu yıl itibariyle alınan tedbirler yalnızca şunlarla sınırlı kalmıştır:

• 2009 yılından itibaren geçerli olmak üzere üniversite sınavı kapsamında baraj puanı 160’tan 145’e indirilmiş, soru sayıları/ağırlıkları değiştirilmiş ve (niteliksizlik sorununun artacağı kaygısıyla üniversitelerden gelen tüm itirazlar göz ardı edilerek) kontenjanlar artırılmıştır.
• 2010 yılından itibaren uygulanmak üzere yükseköğretime geçişte iki aşamalı sınav sistemi uygulanması kararı alınmıştır. Birinci aşama ‘Yükseköğretime Geçiş Sınavı’ (YGS) olarak adlandırılmış, ikinci aşama ise ‘Lisans Yerleştirme Sınavları’ (LYS) olarak adlandırılan 5 ayrı sınavdan oluşturulmuştur.

Yapılmak istenen bu değişikliklerin, seçme kriteri ne olursa olsun ya da sınav sayısı kaça çıkartılırsa çıkartılsın, bu sınavlarda başarısız olan öğrencilerin açıkta kalacağı ve üniversite önündeki yığılmaya ya da kalite sorununa çözüm olamayacağı çok açıktır. 28 ildeki 41 lisenin 2008 yılındaki ÖSS’de 4 yıllık okullara tek bir öğrenci bile yerleştirememiş olması eğitimdeki nitelik sorununun büyüklüğünün en net göstergesidir.

Nüfus projeksiyonlarına göre 2015 yılında yükseköğretim çağındaki nüfus (19-22 yaş) yaklaşık 5 milyon 250 civarında olacaktır. Şu anda Türkiye’de 94 devlet ve 38 vakıf üniversitesi bulunmaktadır. Yükseköğrenimde okullaşma, her ile bir üniversite açarak o ilin kalkınmasını sağlamaya çalışmak üzerine kurulu oldukça da, ya pek çok üniversitenin kontenjanları boş kalmakta (2008 ÖSS’de 24 bin 361 kontenjan boş kalmıştır) ya da öğretim elemanı eksikliği yüzünden nitelikli bir eğitim verilemediği düşüncesiyle büyük illerdeki belli başlı üniversitelerin mezunları dışındakiler iş bulamamaktadır.

Pek çok kurum ve kuruluşun eleman ararken verdikleri ilanlarda belli başlı üniversitelerden mezun olanları tercih etmeleri bunun en belirgin göstergesidir. Üniversite mezunu işsizlerin oranı yüzde 40 civarındadır. 2007-2008 yılı itibariyle tüm üniversitelerde okuyan toplam öğrenci sayısı ise 2 milyon 497 bin 473’tür. (Kaynak: yok.gov.tr)

Yükseköğretimde net okullaşma oranı 2006-2007 yılı itibariyle yüzde 20,14’tür. Bu oran Belçika’da yüzde 56, Fransa’da yüzde 51, Almanya’da yüzde 46, Güney Kore’de ise yüzde 52’dir. (Kaynak: OECD 2008) Türkiye’de 15-24 yaş arası 12 milyon genç bulunmaktadır. Gerekli tedbirler alınmadığı takdirde ya üniversiteyi kazanamadığı için ya da üniversite mezunu olup ta ‘boşta’ kaldığı için atıl, amaçsız, mutsuz ve çaresiz Türk gençliğinin sayısı katlanarak artacaktır.

Bugünkü şartları değişmez olarak kabul etmek ve sınav odaklı bir çözüm aramak, tüm öğretim kademelerinde sınav odaklı öğrenci, sınav odaklı veli, sınav odaklı öğretmen ve sınav odaklı öğretimin devam etmesini daha baştan kabul etmek anlamına gelmektedir. Sınav sisteminin tutsağı olmaktan kurtulmak ise sorunun çok boyutlu ve geniş çaplı ele alınmasıyla mümkün olacaktır. Çözüm önerileri sunulurken genellikle yapılan yanlış ‘ne’ yapılması gerektiğine yoğunlaşılması, ‘nasıl’ yapılacağının göz ardı edilmesidir.

Bu bağlamda ‘nasıl’ sorusuna yanıt oluşturabilecek somut bir çözüm önerisi şu şekilde özetlenebilir: Bugün, aşağıdan yukarıya, zincirleme bir sebep-sonuç bağlantısıyla işleyen sınav sisteminde bir öğrenci SBS’den yüksek puan almak zorundadır ki, Anadolu ve Fen Lisesi gibi öğretim programları açısından nitelikli olduğu düşünülen liselerde öğrenim görebilsin. Ve öğrenci bu tür liselerde öğrenim görebilsin ki, bir yükseköğretim programına yerleştirilmesinin ön koşulu olan ÖSS’den yüksek bir puan alabilsin. Bu işleyişe paralel olarak, sistemin bir yan ürünü olarak doğmuş olan dershanelerde yine sınavlara girip iyi bir dershaneye kabul edilsin. Sınavlara hazırlık için yapılan 10 milyar dolarlık bir toplu maliyet ve üniversiteye giren 1 buçuk milyondan fazla öğrencinin yalnızca 250 binden fazlasının dört yıllık bir lisans programına yerleştirilebildiği düşünüldüğünde, bu sistemin getirisinin çok düşük olduğu açıkça görülmektedir.

2009 yılı itibariyle 81 ilde toplam 4.282 dershane bulunurken, ortaöğretim okullarının sayısının 3.690 olması sistemdeki çarpıklığı açıkça ortaya koymaktadır. Bu zincirin kırılması ise SBS uygulamasının derhal ve tamamen kaldırılmasıyla mümkün olacaktır.

Peki, bu nasıl yapılabilir? Belli sayıda ve zaten başarılı olan bir grup öğrenciyi Anadolu Liseleri’ne toplayarak ayrımcılık yaratmak yerine, Lizbon 2010 kriterleri doğrultusunda eşitlikçi bir eğitim politikası kapsamında genel lise programları iyileştirilebilir ve yabancı dil ders saatleri artırılabilir.

Böylelikle sistem içindeki tüm öğrenciler iyi bir öğretim ortamından yararlanabilirler. Anadolu Liseleri’nin üniversiteye girişte avantajlı durumu ortadan kalkacağından bir ortaöğretim kurumuna yerleşmek için rekabet ortamı da doğal olarak sona erecek, bunun sonucunda da SBS işlerliğini yitirecek ve kendini otomatik olarak imha edecektir. Fen Liseleri ise sayıca az oldukları için öğrenci seçme ve yerleştirme gereği olacağından, sınav kriterlerinin yüksek tutulması halinde sınava hazırlanacak öğrenci sayısı az olacaktır. Bunun sonucunda, ailelerin maddi sınırlarını zorlayarak, olmazsa olmaz saydıkları için gönderdikleri dershaneler işlevini yitirecektir.

Mesleki ve teknik öğretim veren liselere girişte ise bir yarışma sınavı yerine, o mesleğin gerektirdiği temel becerilere ne derece sahip oldukları belirleyici bir unsur olarak kullanılabilir. Kısaca, ortaöğretimde, öğrencileri bir üst akademik öğretime hazırlayacak genel liseler ile bir mesleğe hazırlayacak meslek liseleri olarak ikili bir yapı oluşturulabilir. Üniversitelerde yapılacak sağlıklı kontenjan artırımı ve nitelikli üniversite eğitiminin alt yapısının hazırlanmasına da ivme kazandırılabilir. Sonuç olarak, mevcut sistem içindeki koşulların değiştirilmesi ve iyileştirilmesi sağlanabilirse, sınav sistemi daha adil ve fırsat eşitliğini göz önünde bulunduran, eğitim sistemini tutsak almak yerine sisteme hizmet eden yeni bir yapıya kavuşacaktır.

Eğitim ve Sürdürülebilir Ekonomik Kalkınma

Son on yıldır eğitim, bilgiye dayalı sürdürülebilir bir ekonomik kalkınma için hayati bir öneme sahip en kritik faktör olarak değerlendirilmektedir. Avrupa Birliği, Dünya Bankası ve UNESCO gibi uluslararası kuruluşlar temel becerilerin, tutum ve değerlerin geliştirilmesini öncelikler arasında ilk sıraya yerleştirmektedir. UNESCO, 2005–2014 yıllarını kapsayan 10 yıllık dönemi, “sürdürülebilir kalkınma için eğitim” 10 yılı olarak ilan etmiştir.
Kişi başına düşen ulusal gelir, genellikle ekonomik kalkınmanın temel göstergesi olarak görülebilir. Ancak petrol-dolar zengini ülkelerin durumunda olduğu gibi, kişi başına düşen ortalama ulusal gelirin göreceli olarak yüksek olması, bir ülkenin kalkınmış ülke olarak sınıflandırılması için yeterli değildir. Kişi başına düşen gelir yanında yoksulluğun ortadan kaldırılması ya da bir ülkedeki tüm bireylerin temel ihtiyaçlarının karşılanabileceği bir refah dağılımının sağlanması ve bireyler için geniş bir yelpazede ekonomik, toplumsal ve politik tercih olanağının bulunması da ekonomik kalkınmanın göstergeleri olarak dikkate alınmalıdır. Ulusal gelir, bir ülkenin sahip olduğu petrol gibi bir doğal kaynağın varlığına ya da diğer sürdürülebilir olmayan kaynaklara bağlı olarak yüksek olabilir. Oysa bir ülke için sürdürülebilir kalkınma, gelecek kuşaklar için de yaşanabilir bir ülke oluşturmayı kapsar.
1970’li yılların başlarında ekonomik kalkınma bakımından Türkiye ile benzer konumda olan bazı ülkelerin, bugün Türkiye’ye göre daha ileri düzeyde bir ekonomik kalkınmayı gerçekleştirmiş olmaları, büyük ölçüde eğitim sistemlerini geliştirmeye yönelik çabaları ile açıklanabilir. Japonya’nın ekonomik kalkınmasını yönetim modellerine bağlayan ve sürekli bir Japon mucizesi/modeli yönetimden söz edenler, Japonya’nın ekonomik kalkınmasında eğitimin etkisini göz ardı etmektedir. Japonya’da ilköğretimde okullulaşma oranı 1905 yılında bile %95 civarında idi. Bir mucizeden söz edilecekse, bu mucize eğitimde aranmalıdır. 1970’lerden günümüze gelindiğinde ise yüksek düzeyde bir ekonomik kalkınma gerçekleştiren ülkelerin, eğitime yüksek düzeyde yatırım yapan ve erken çocukluk döneminden başlayarak yüksek öğretime kadar eğitimin her düzeyinde okullulaşma oranlarını hızla artıran ülkeler olduğu görülmektedir. Her ne kadar ekonomik ve sosyal politikaların ekonomik kalkınmada etkilerinin göz ardı edilemeyecek olduğu bilinse de, eğitimin ekonomik kalkınma üzerindeki etkisi belirgin bir şekilde kendini göstermektedir. Çünkü ekonomik ve sosyal politikaların geliştirilmesi ve kalkınmayı destekleyecek bir teknoloji politikasının uygulanması, eğitim sisteminin yetiştirdiği üst düzey niteliklere sahip insan gücünden bağımsız olarak değerlendirilemez.
Eğitim, sürdürülebilir ekonomik kalkınmanın ön koşulu olan iki tür bilgi ve becerinin bireylere kazandırılmasını sağlar. Bunlardan birincisi mesleklerden bağımsız olarak her bireyin kazanması gereken temel becerilerdir. Örneğin iletişim, temel sayısal ve sözel beceriler, bilişim teknolojileri becerileri, öğrenmeyi öğrenme, sosyal beceriler, girişimcilik ve problem çözme gibi beceriler temel beceriler kapsamında değerlendirilebilir. Temel becerilerin kazandırılması Avrupa Birliğinin 2010 Lizbon Hedefleri çerçevesinde oluşturduğu bilgiye dayalı küresel ekonomide rekabet üstünlüğünü sağlama hedefinin yegane aracı ve önkoşulu olarak değerlendirilmektedir. Temel beceriler, okul öncesi eğitimden başlatılarak, zorunlu eğitim ve ortaöğretim sürecinde kazandırılır. Aynı zamanda sürdürülebilir ekonomik kalkınma için olmazsa olmaz olarak kabul gören çevre bilinci, çevreye ve diğer insanlara saygı, diğer insanlarla birlikte çalışma gibi tutum ve değerler, eğitimin erken yıllarında kazandırılabilir. Eğitim sistemlerinin çoğu kez temel becerilere ve mesleki yeterliklere öncelik vermesine karşın, tutum ve değerler ikinci planda kalabilmektedir. Oysa tek başına ekonomik verimlilik bile, beceriler kadar tutum ve değerlere de bağlıdır.
İkinci tür beceriler ise bir mesleğin ya da uzmanlık alanının gerektirdiği bilgi ve becerilerdir. Bu bilgi ve beceriler daha çok yüksek öğretimde yeni bilgi ve teknolojinin üretilmesi, transferi ve yayılması ile ekonomiye ivme kazandırır. Temel becerileri kazanmış olan bireylerin ekonomi için artı değer üretmelerini sağlayacak istihdam edilebilirlik becerilerini de kazanmaları gerekir. İstihdam edilebilirlik becerilerinin kazandırılması ise ekonomi ile çok iyi ilişkilendirilmiş bir mesleki eğitim sağlanması ile gerçekleşebilir. Ancak hızlı bir ekonomik, toplumsal ve teknolojik değişimin, meslek öncesi eğitimde kazanılan istihdam edilebilirlik becerilerinin oldukça kısa bir sürede geçerliliğini kaybetmesine neden olduğu da unutulmamalıdır. Bu nedenle, aktif işgücünün sürekli verimliliğini sağlamak için mesleki eğitimin geliştirilmesinin yanı sıra, işgücünün sürekli yaşam boyu eğitimini sağlayacak düzenlemelerin de hayata geçirilmesine ihtiyaç duyulmaktadır. Türkiye’nin küresel ekonomide rekabet edebilirliğinin sürekliliği, yaşam boyu öğrenme olanakları yaygınlaştırılarak ve geliştirilerek sağlanabilir.
Karşılaştırılabilir uluslararası göstergeler açısından değerlendirildiğinde, Türkiye’nin eğitim sistemi nicelik ve nitelik bakımından sürdürülebilir bir ekonomik kalkınmayı, küresel ekonomide rekabet edebilirliği sağlayacak düzeyde görünmemektedir. Türkiye’nin sürdürülebilir bir ekonomik kalkınma sağlayabilmek için okulöncesi eğitim, ilköğretim ve ortaöğretimde çağ nüfusunun eğitime tam erişiminin sağlanması yanında, gençlere yüksek öğretime devam edebilme hakkının sağlanması da önem taşımaktadır.
Bilgiye dayalı ekonomide geleneksel ve rutin beceriler giderek önemini kaybetmektedir. Ekonominin gerektirdiği beceriler daha çok ileri teknoloji gerektiren ve bilgi yoğun becerilerdir. Günümüzde üniversiteler yeni bilgi ve teknoloji üreterek veya başka yerlerde üretilen bilgiyi transfer ederek ekonomi için itici bir güç oluşturmaktadır. 1970 ve 1980’li yıllarda hızlı bir ekonomik gelişme gösteren Asya ülkelerinde üniversiteler yeni bilgi ve teknoloji üretmelerinin yanı sıra, daha çok bilgi ve teknoloji transferi ile ekonomiye ivme kazandırmıştır. Ayrıca üniversitelerin özel sektör ile işbirliği ve özel sektörün AR-GE kapasitesini geliştirmeye katkısı ekonomik kalkınma açısından büyük önem taşımaktadır.
Türkiye’nin nüfusunun yaklaşık 20 milyonu 0-14 yaş grubunda, 44 milyonu ise 15-64 yaş grubunda yer almaktadır. Genç ve aktif işgücünü oluşturan nüfusun ekonomiye yüksek seviyede artı değer katabilecek nitelikte bir eğitim alması halinde, nüfusun yapısı Türkiye’nin rekabet gücünün geliştirilmesi ve hatta uzun dönemde rekabet üstünlüğünün sağlanması açısından önemli bir avantaj sağlayacaktır.
Bilgiye dayalı bir ekonominin çalışanlarının iyi yetiştirilmesine ek olarak, bilgiye dayalı ekonomide kurumları ve işi yönetecek; dolayısıyla küresel ekonomide rekabet üstünlüğü sağlayacak, yüksek nitelikli insan gücünün yetiştirilmesi gerekir. Yönetim kapasitesinin yeterince geliştirilmediği ülkelerde sermaye ve emek, küresel ekonomide başka coğrafyalara doğru yönelmektedir. Bu nedenle, yaşam boyu istihdam edilebilirlik becerilerinin geliştirilmesi yanında, eğitimin aynı zamanda bu becerilere sahip işgücünün verimli bir şekilde örgütlenmesi ve çalışmasını sağlayacak yönetim kapasitesini de geliştirmesi ekonomik kalkınma açısından bir zorunluluktur.
Eğitimin her tür ve düzeyinde kazandırılan becerilerin ekonomik ve toplumsal kalkınma ile ilişkilendirilmesi gerekmektedir. Bu ilişkilendirme yapılmadan gerçekleştirilecek nicel gelişmeler, ekonomik kalkınmayı desteklemede yetersiz kalacaktır. Okullarımız gençleri küresel ekonomi ve gelecek için çok daha iyi hazırlayacak kurumlar haline getirilebilir. Türkiye’nin hedefi, gençlerini bilgi ve beceri açısından rekabete dayalı dünya ekonomisinin çarkları arasında başarılı olabilecek şekilde yetiştirmek olmalıdır.
Küresel ekonomide rekabet üstünlüğünü sağlamak ve sürdürebilmek, üniversite öncesi eğitimde erişim, eşitlik ve kalitenin sağlanması kadar, üniversite eğitiminde ve lisansüstü eğitimde ileri düzeyde bilgi ve teknolojiyi kullanabilen ve üretebilen bireylerin yetiştirilmesi ile gerçekleştirilebilir. Orta vadede Türk eğitim sisteminin ekonomi ile yeterince ilişkilendirilememesi, uzun vadede küresel ekonomide rekabet üstünlüğünün sağlanamaması ya da kaybedilmesi anlamına gelmektedir. Türk toplumunun geleceği açısından bunun sonucu yokluk, yoksulluk ve uluslar arası alanda saygın bir yere sahip olamamaktır. Bu nedenle eğitime yatırım ve Türk eğitim sisteminin geliştirilmesi, kesinlikle günlük politik sorunların ve söylemlerin dışında tutulmalıdır. Bu bağlamda, kamu ve özel sektörler ve sivil toplum kapsamlı bir reform hareketini hep birlikte planlamalı ve hayata geçirmelidir.

21. yüzyılda öne çıkan sektör ‘sivil toplum örgütleri’ ve eğitim bağlamında üstlendikleri rol

Sivil toplum örgütleri, kamu sektörü ve özel sektörden sonra üçüncü sırada yer almakta, dolayısıyla da ‘üçüncü sektör’ veya ‘bağımsız sektör’ olarak adlandırılmaktadır. Dünyada ‘sivil toplum’ kavramını ilk kez ortaya atan Aristoteles’tir. Filozofun ortaya attığı ‘politike koinonia’ kavramı Latince’ye ‘sociates civilis’ olarak aktarılmıştır. Artık gelişmiş dünyada, devletin önde olduğu bir anlayış yerini sivil inisiyatifin merkez olduğu yeni bir anlayışa bırakmaktadır. Son yirmi otuz yıldır ‘sivil inisiyatifin katılımı’ slogan olmanın ötesine geçmekte ve sivil inisiyatif her alanda yaşanan değişim sürecinin öncüsü olmaktadır.

Gerek bireylerin, gerekse toplumların potansiyellerinin ortaya çıkmasını ve doğru yönlendirilmesini sağlayan öncü güç sivil inisiyatiftir. Dolayısıyla ulusal düzeyde olduğu kadar uluslararası, milletler üstü ve küresel düzeyde de sivil toplum örgütleri daha çok önem kazanmaktadırlar.

Türkiye özelinde bakıldığında ise sivil toplum örgütlerinin sürece ancak zayıf bir katılımının olduğu gözlenmektedir. Ülkemizdeki hantal bürokratik yapılanma ve politika üretenlerin yönetişim yerine yönetim yönünde tercih kullanmaları, bu ‘zayıf’ katılımın, ‘güçlü’ katılıma dönüşmesindeki engellerin başında gelmiştir. Bunun doğal sonucu olarak, ülkemizde demokrasi kültürünün gelişimi yavaş seyretmiş ve sorunların çözümünde dinamik ve alternatif bir yaklaşım geliştirilememiştir. Bu durum beraberinde örgütlenme modeli olarak katı bir merkeziyetçiliği ve bürokratik işleyişi getirmiştir.

Türkiye’de aktif siyasette ve toplumsal alanda 1980‘li yıllardan itibaren giderek artan sıklıkta kullanılan ‘sivil toplum’ kavramı, eylem yahut söyleme dayalı olarak gerçekten var mıdır? Oryantalist gözü ile bakıldığında doğuda sivil toplum hiçbir zaman olmamıştır. Zira sivil toplum kavramı batıda, özgürlük, akılcılık, yurttaşlık gibi kavramlarla eş zamanlı gelişmiş, doğuda ise sivil toplum popüler hale geldikten sonra vakıf, dernek vb. kuruluşlar analoji yoluyla sivil toplumla ilişkilendirilmiştir. Gerçekten de sivil toplum kavramının Türk toplumunun zihninde işgal ettiği semantik yapı kavramsal bir çerçeveden ziyade olay temelli yorumlara dayanmaktadır. Örneğin, depremde sivil toplum kuruluşları önemli bir rol oynamaktadır.

Sorgulanması gereken bir diğer konu da, ülkemizdeki sivil toplum kuruluşlarının yeterince sivil olup olmadığıdır. Özellikle ülkemizin kritik dönemlerinde birçok sivil toplum örgütünün sergilediği duruşun, ülke ekonomisi ve siyaseti üzerinde nitel ve nicel açıdan etkili olması beklenirken, zaman zaman dış güçlere bağımlı olduğu ortaya çıkmıştır. Kamu sektörünün ve özel sektörün, sivil toplum örgütü kurdurarak üçüncü sektörün gücünden faydalanma girişimleri de oldukça yaygındır. İlk bakışta olağan görülebilecek bu davranışlar, uzun vadede demokrasi kültürünün oluşmasındaki engellerin en büyüğü haline gelmiştir.

Dünya nüfusu 2000 yılında 6,1 milyar kişiye ulaşmıştır. 2050 yılında ise bu rakamın 9 milyara ulaşacağı öngörülmektedir. (Population Reference Bureau, 2006). Yani, insanlar artık küresel bir köyde 9 milyar komşusuyla birlikte yaşamını sürdürmeyi başarmak zorunda kalacaktır. Böylesine bir dünyada güçlü devlet olabilmek, eğitimin kamuya mal olmuş bir sorun olmaktan çıkmasına ve sivil inisiyatifin öneminin artmasına bağlıdır. Çünkü çağımızda eğitim yalnızca politika üretenlerin inisiyatifine bırakılamayacak kadar önemli bir konudur. Aslında kamuya bırakıldığı seksen beş yıllık geçmişte nereye geldiğimiz de ortadadır.

Türkiye’de eğitim sorunlarının çözümünde üçüncü sektöre her zamankinden daha önemli bir rol düşmektedir. Politika yapıcılara ve hükümetlere uygulanabilir çözümler önerebilmek, yürüttükleri çalışmaların etkili bir şekilde izlenmesini sağlamak, kamuoyunu bilgilendirme ve bilinçlendirme çalışmaları yapmak ve çok taraflı projeler üretmek üçüncü sektörün en önemli görevleridir. Üçüncü sektörün Türkiye’de eğitim politikalarının geliştirilebilmesi ve etki sahibi olması ve çözümün bir parçası haline gelebilmesi için birtakım özellikler olmazsa olmaz öneme sahiptir. İktidar odaklarına veya siyasi yapılara olan mesafe, ekonomik özerklik, şeffaflık, kamu yararı, gönüllülük, bilimselliğe dayalı olma ve çoğulculuk gibi özellikler ile bir sivil toplum kuruluşunun misyonu çerçevesinde ileri sürdüğü fikirlerin ve yürüttüğü çalışmaların güvenilir olması gibi özellikler, o sivil toplum örgütünün üstlendiği misyonu başarıyla yerine getirmesi açısından büyük öneme sahiptir. Bu başarı aynı zamanda toplumda var olan algıları da değiştirecek, sivil toplum örgütlerinin belli bir menfaat amacıyla çıkar ve baskı gurupları olmadıkları yönünde bir bakış açısı geliştirecektir. Aslında son yıllarda eğitim ile ilgili sorunların çözümünde üçüncü sektör ile devlet ve özel sektör işbirliğine dayalı projelerin sayısının arttığı, üçüncü sektörün sorunların çözümüne daha fazla katkıda bulunmak istemesi, yürütülen bağımsız projeler ve ayrılan fonlar ümit vadeden projeler olarak görülebilir. Ancak Türkiye, önünde bir kısmını tarihten getirdiği önemli sorunlar olan ve oldukça kalabalık genç bir nüfusu eğitme ve istihdam etme mecburiyetinde bir ülke olarak devasa sorunlarla boğuşmaktadır.

Ülkemizdeki sorunların çözümü, temsili demokrasiden katılımcı demokrasiye geçişi süratle sağlamamızla sonuca ulaşabilecektir. Yani, seçimden seçime aldığı yetkiyle kaldırılan parmaklarla yönetilen değil, tüm süreçte toplumun istek ve beklentilerini çözüm önerileriyle ve üçüncü sektör yoluyla yönetişime dönüştürebilmiş bir yapıyla gerçekleştirilebilecektir.

CEO’s – İçimizdeki Lider

1. Kısaca özgeçmişinizi ana noktalarıyla bize aktarabilir misiniz?
Liseyi Türk Eğitim Derneği Ankara Koleji’nde tamamladım. 1987 yılında Ortadoğu Teknik Üniversitesi İnşaat Mühendisliği Bölümünü bitirdim. Bir süre Almanya’da İnşaat Mühendisi olarak çalıştım. Daha sonra Sepe İnş. Tic. ve San. Ltd. Şirketi’nde Genel Müdürlük yaptım. 1993 yılında siyasete atıldım. 1999-2001 yılları arasında Anavatan Partisi Genel Başkan Yardımcılığı ve Yardımcı Kuruluşlar Başkanlığı’nı yürüttüm. 2003 yılından bu yana Türk Eğitim Derneği Genel Başkanlığı’nı yürütmekteyim.
2. Bize Türk Eğitim Derneği hakkında bilgi verir misiniz?
Türk Eğitim Derneği, Atatürk’ün ve Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran kadroların öncülüğünde 31 Ocak 1928 tarihinde kurulmuş eğitim alanında öncü ve köklü bir sivil toplum örgütüdür. Genel Merkezimiz Ankara’da. Türk Eğitim Derneği, Yönetim Kurulumuz ve Genel Başkana bağlı Genel Müdürlük altında pek çok birimimiz bulunmakta. Dernek olarak faaliyetlerimizi üç ana alanda yürütüyoruz. Öncelikle, temel işlevimiz olan eğitim ve öğretimi Türkiye’nin dört bir yanında bulunan 22 okulumuzda okuyan öğrencilerimize kaliteli bir eğitim vererek sürdürüyoruz. Önceliğimizi tüm TED okullarının eğitim kalitesini belli bir seviyenin üzerine taşımaya vermiş bulunuyoruz. Bu konuda çok başarılıyız çünkü okullarımız bölgelerinin en iyi okulları konumundalar. Türk Eğitim Derneği olarak farklı illerde okul açmamızın sebebi bulunduğumuz illerdeki eğitim kalitesini yükseltmektir
İkinci olarak, 80 yıl içinde 47 bin öğrenciye ulaştığımız çok iyi işleyen bir burs sistemimiz var ve bununla büyük gurur duyuyoruz. Burslarımız üç ayrı sistemle devam etmekte de ve sivil toplum kuruluşu kimliğiyle yürüttüğümüz özgün projeler var. Destekleme Burslarımız var. Bunlar devlet okulunda okuyan maddi imkanı yetersiz çocuklara verilen karşılıksız nakti aylık yardımlardır. Tam Destek Burslarımız var. Bunlar devlet okullarında okuyan maddi imkanı olmayan çocuklara uzmanlar gözetiminde verilen akademik ve nakti yardımlardır. Tam Eğitim Burslarımız ise her yıl yapılan sınav, PDR testleri ve uzmanların ev ziyaretleri ile seçilen başarılı maddi imkanı az çocuklarımızın, TED okullarında cep harçlığı dahil akademik hayatları sonuna kadar tüm giderlerinin karşılandığı Türk Eğitim Derneği misyonu ile yetiştirildikleri burslardır. Burs sistemimize yılda yaklaşık üç milyon dolarlık kaynak yaratılmaktadır.
Faaliyetlerimizi yürüttüğümüz üçüncü alan ise özellikle son beş yılda çok yol aldığımız sivil toplum projelerimiz ve çalışmalarımızdır. Üniversiteye giriş sisteminden okul öncesine kadar tüm sorun alanlarını çalışıyoruz. Bu noktada en büyük farklılığımız tarafsız olmak ve sorunları belirlemekle kalmayıp çözüm önerilerimizi ortaya koymak. Bu amaçla yaptığımız pek çok araştırma, yayınladığımız kitap, düzenlediğimiz bilimsel toplantı bulunmaktadır.

3. Türk Eğitim Derneği eğitim alanında lider bir sivil toplum kuruluşu olma özelliğini uzun süredir koruyor. Siz bu başarısını neye bağlıyorsunuz?
Derneğimiz 80 yıldır çok büyük bir sorumluluk ve adanmışlık gerektiren eğitim sektöründe hizmet etmekte ve bu alanda liderliğini sürdürmektedir. Başarımızın birkaç anahtarı var. Öncelikle sistemin işleyişi sırasında rutin işlerin doğru yapılmasıyla yetinmeyip, hep doğru işler yapmaya çalışıyoruz. Bunu yaparken de başarı çıtasını sürekli biraz daha yükseğe çekiyoruz. Sorgulayıcı ama aynı zamanda tamamlayıcı olarak üstlendiğimiz öncülük rolünü hakkıyla yerine getirdiğimize inanıyorum. Bir farkındalık ve farklılık yaratıyoruz. Bunu gerçekleştirirken müdüründen ya da öğretmeninden hizmetlisine kadar tüm çalışanlarımızda bir sahiplenme ve aidiyet duygusu yaratıyoruz. Kurumu sahiplenmek, işi sahiplenmeyi de beraberinde getirir. Dışarıdan empoze edilerek başarıya ulaşmanın olanaksız olduğunu düşünüyoruz. Mezunlarımızın her zaman söylediği bir söz vardır. Böylesine büyük bir camianın üyesi olmaktan gurur duyuyoruz derler.
Bir diğer anahtar ise sürekli öğrenebilmeyi başarmaktır. Eğitim durağan bir sistem değil, iç dinamikleri açısından sürekli yenilenmeye ihtiyaç duyan ve karmaşık bir yapıya sahip. Hangi sektör olursa olsun, sağlık, hizmet, ya da eğitim kurumlarının ayakta kalabilmeleri ve lider olabilmeleri için değişime ayak uydurabilmeleri gerekiyor. Artık öyle bir çağda yaşıyoruz ki, hem sürekli bir bilgi bombardımanı altındayız, yani bir bilgi kirliliği yaşıyoruz, hem de bu günün geçerli olan bilgisi yarın eskimiş oluyor. Türk Eğitim Derneği olarak biz sürekli öğrenebilen bir yapıya sahibiz. ‘Yaşam boyu öğrenme’ 21. yüzyılın eğitim sloganı haline geldi. Nasıl öğrenemeyen kişiler değişime ayak uyduramıyorlarsa, öğrenemeyen kurumlarda ayakta kalmayı başaramıyorlar. Bizim başarımızın temelinde gerek TED çalışanları gerekse kurumun kendisinde sürekli bir öğrenme ve yenilenme isteğinin olması yatıyor.

4. TED genel başkanı olarak sizin liderlik anlayışınız nedir?
Son yıllarda liderlerde olması gereken bireysel özelliklerin uzun listeler halinde sıralandığını görüyoruz. Karizmatik olmak, vizyon sahibi olmak, çalışma arkadaşlarını motive edebilmek ve etkileyici konuşabilmek bunlardan yalnızca bazıları. Ben adeta reçete niteliğinde sunulan bu özelliklerin tek başına yeterli olduğunu düşünmüyorum. En iyisi budur şeklinde kesin ve tek bir liderlik davranışından söz edemeyiz. Bana göre liderliğin özünde etkileme vardır. Bulunduğumuz ortamın ya da sektörün yapısı ve karmaşıklığı, bizlerin davranışlarını belirliyor. Artık yönlendiren-yönlendirilen ayrımı ortadan kalkmıştır. Önemli olan tüm çalışanlarla beraber ortaya belli bir sinerjinin çıkarılabilmesidir. Artık 1+1=2 etmiyor, 1+1= 3 ediyor. Yani bir şeyin bütünü, tüm parçaların toplamından daha büyüktür. Tüm parçaları toplayın üst üste koyun belki bir toplam ya da yekün elde edersiniz ama bütüne ulaşamazsınız. Bu sinerji yakalanamadığı zaman başarıya ulaşmak zorlaşıyor. Liderin önemi işte burada ortaya çıkıyor. İster kurum, ister kişi olsun sektöründe lider konumunda olanlara baktığımızda bunu başarabildiklerini görüyoruz. Atatürk’ü başarılı bir lider yapan da bu özelliği olmuştur. Yalnızca parçaları toplamakla yetinmemiş, bütünü oluşturabilmiştir. Bizimde bunu başarabildiğimizi düşünüyorum. Ayrıca bilgi çağında ‘bilgi’ bir güç konumuna gelmiştir. Dolayısıyla bilgi ve liderlik gibi bazı özellikler ekonomik gücün/maddi servetin önüne geçmiştir. Bunun en önemli kanıtı pek çok büyük şirketin artık profesyoneller tarafından yönetilmesidir.

5. Türk Eğitim Derneği’nin başarısına sizin katkınızın ne olduğunu düşünüyorsunuz?
Öncelikle eğitime eğitimci gözüyle değil de mühendis bakış açısıyla yaklaşıyorum. Bu da sorunları ele alışımda bir farklılık yaratıyor. Mühendislik mutlak doğrular üzerine kuruludur. Eğitim ise yapısı gereği çok karmaşık bir sistem ve tek bir mutlak değerden söz edemiyoruz. Diğer yönetim kurulu üyelerimiz için de aynı şey geçerli. Yönetim kurulu üyelerimizin hepsi çok farklı meslek gruplarından geliyorlar. Aralarında işadamı, avukat, eğitimci, profesyonel yönetici ve vali bulunuyor. Farklı ve çeşitli bakış açılarının yararına inanıyoruz ve farlılıkları avantaja döndürebiliyoruz. Bir de işlerin delege edilmesinin önemine inanıyoruz. Bunun için alanlarında uzman kişilerle çalışıyoruz.
6. Bundan sonraki hedeflerinizden bahseder misiniz?
Türk Eğitim Derneği olarak, 100. kuruluş yılımıza yönelik hedeflerimizi misyon ve vizyonumuza uygun olarak belirledik ve bu yönde çalışmalara başladık. Türkiye’nin en yüksek tutarda maddi destek sağlayan ve üniversite eğitimlerinin sonuna kadar en fazla sayıda öğrenciye burs veren sivil toplum örgütü olmayı hedefliyoruz. Okullaşma sürecini, nitelikten hiçbir şekilde ödün vermeksizin sürdürmek, ve dünya standartlarında yeni programlar uygulayarak, bireysel farklılıkları dikkate alan eğitim modelleri ile, her seviyede verdiğimiz eğitim hizmetini yurt genelinde yaygınlaştırarak, özel öğretim alanında Türkiye’nin en büyük kurumu seviyesine yükselmeyi amaçlıyoruz. Kalitemizi, faaliyet gösterdiğimiz tüm kademelerde olduğu gibi yüksek öğretim alanına da taşıyarak, açacağımız üniversite ile bilimsel etkinlik seviyesi bakımından dünyanın sayılı üniversiteleri arasına girmeyi hedefliyoruz. Öncü girişimlerimize devam ederek ve eğitim alanındaki lider konumumuzu koruyacağız. En önemlisi büyük önder Mustafa Kemal Atatürk’ün bize emanet ettiği meşalenin ışığını ülkenin dört bir yanına yayarak, radikal akımların ve menfaat gruplarının eline geçmesini önleyerek geleceğimizin garantisi olan nitelikli eğitimi gerçekleştirmektir.

Yeni Dünya Düzeninde İnsan Yetiştirme Düzenimizi Sorgulama Zamanı

Yeni dünya düzeninde, dünya küresel bir köy durumuna gelmiş, ülkelerin coğrafi sınırları yapay kalmış, teknoloji hızla gelişmiş, bilgi üretildiğinden de büyük bir hızla tüketilmeye başlanmıştır. Bu bağlamda, bireylerin sahip olması gereken birçok yeni beceri ortaya çıkmış, eğer bir kişinin ismi ‘google’da aranıp da ‘bulunamamış’ ise o kişi adeta yok sayılmaya başlamış, geleneksel okullar yerini öğrenme ağlarına (www) bırakmış, öğretmen, öğrenci, veli, okul, topluluk, eğitim ve yaşam arasındaki keskin çizgiler giderek silinmeye başlamıştır. Bu ve bunun gibi örnekler artırılabilir ancak odak noktası, ulusların bu yeni düzene uyum konusunda hangi araçlarla, hangi yöntemleri kullanarak, ne yaptıklarıdır. Bu yeni düzenin, Türkiye’deki eğitime ve insan yetiştirme düzenimize nasıl yansıdığının değerlendirilmesi gerekir. İnsan yetiştirme düzenimizin ne tür bireyler yetiştirmesi gerektiği konusunda farklı listeler oluşturulmakta, reçeteler sunulmaktadır. Bunlardan en sık dile getirilen ve popüler olanlardan bazıları, soran ve sorgulayan, eleştirel düşünen, problem çözme becerilerine sahip, gelişmeye açık, çağdaş, demokrat bireyler yetiştirmek olarak ifade edilmektedir. Oysa, yapılması gereken, çıktıya dayalı olarak bu tür özelliklerin yetiştirdiğimiz çocuklar tarafından ne ölçüde içselleştirildiğinin değerlendirilmesi olmalıdır.

2005-2006 yılı itibariyle o yıllara kadar geçerli olan öğretim programlarının yeni dünya düzeninin gerektirdiği becerileri kazandıramayacağı öngörüsüyle ilköğretim programlarının geliştirilmesinde yapılandırmacı ve disiplinler arası bir yaklaşım benimsenmiş ve öğretim programları öğrenci merkezli anlayışla yeniden hazırlanmıştır. Ancak bu iyi niyetli girişim amacına ne derece ulaşmıştır? Milli Eğitim Bakanlığı’nın eylem planlarında kağıt üzerinde yazılanlar ile uygulama arasında uyum sağlanabilmiş midir? Bir başka deyişle, öğrenciler, öğretmenler ve aileler açısından ne tür bir manzara ortaya çıkmıştır?

Öğrencilere odaklanıldığında şu manzarayla karşılaşılmaktadır: Yeni bir yaklaşıma göre öğretim görmektedirler, Sıkça bahsi geçen öğrenci merkezli, yaparak öğrenme gibi popüler kavramlar kullanılmaktadır. Ölçme-değerlendirme adı altında portföy, gözlem, görüşme, proje gibi alternatif değerlendirme çeşitlerinin gereklerini yerine getirmeleri beklenmektedir. Eğer gerek okullarının gerekse kendilerinin maddi imkanları varsa ve teknolojik açıdan donanımlıysalar, bu türden ödevleri internet ortamında kes-yapıştır yoluyla (bilgiyi gerçek anlamıyla edinip kullanamadan) yapabilmektedirler. Eğer okulları ya da kendileri maddi imkansızlık içindelerse, o zaman da portföyün yalnızca kağıt taşımak için kullanılan bir dosya olmaktan öteye gidemediği bir süreç yaşamaktadırlar. Oysa amaç, öğrencilerin edindikleri bilgi ile ne yapabildiklerinin, ürettiklerinin tüm bir dönem boyunca biriktirilmesi gereken bir ürün dosyasının yani sürecin değerlendirilmesidir. Ancak bu türden performans ödevlerini hakkını vererek layıkıyla yapabiliyor olmak ‘başarılı’ sayılabilmek için asla yeterli olmamaktadır. Başarılı sayılıp sayılmamaları OKS/SBS ya da ÖSS gibi sınavlarda yuvarlak doldurarak aldıkları notlarla sınırlı kalmaktadır.

Aynı manzaraya öğretmenler açısından bakıldığındaysa, öğretmenin başarması gereken ‘Mission Impossible’ yani ‘Yerine Getirmesi İmkansız Bir Görev’ dir. Bir sonraki sınava kadar işlenmesi gereken ünitelerin, gerek malzeme gerekse zaman yetersizliğinden, öğretmen tarafından aktarılarak yetiştirilmesi gerekmektedir. İçeriği kimi zaman hala sorgulanan ders kitapları kullanmak zorundadırlar; kendilerini ve bilgilerini sürekli yenilemeleri gerekmektedir. Ama aynı zamanda haftada 20-25 saat ders yüküyle, 30-50 kişilik sınıflarla baş etmeleri beklenmektedir. Öğrencilerinin eleştirel düşünme, problem çözme gibi becerileri mi yoksa sınav başarısı mı kazanmaları gerektiği ikileminde bırakılmaktadırlar. Onlar da seçimlerini çoğunlukla, sınavlarda öğrencilerinin aldığı notlarla sınırlandırılan akademik başarıdan yana kullanmaktadırlar.

Aynı manzarada ailelere odaklanıldığında ise, çocuklarının sorunlarını bireysel çabalarla çözmeye çalışmak için kendi imkanları ölçüsünde kimi zaman özel okul, kimi zaman dershane gibi belli yollara baş vurdukları görülmektedir. Uygun seçenekler sunulmadığı sürece, kendi çocuklarına avantaj sağlamaya çalıştığı ve bu kronikleşmiş sorunla birlikte yaşamaya mahkum edildikleri için aileler suçlanabilirler mi?

Aynı manzara içinde yer alan bu üç grubu ortak bir paydada buluşturan ‘başarılı’ olma kaygısıdır. O halde sorulması gereken soru ‘Asıl Başarı Nedir? olmalıdır. OKS/SBS/ÖSS gibi sınavlarda içi doldurulan boşlukların doğruluk sayısının çok olması mı? Bu sınavlardan sonra okulların ya da dershanelerin şu kadar birinci çıkardık demeleri mi? Yoksa, 10-15 yıl sonra kendilerine, ailelerine ve ülkelerine faydalı birer birey olmayı ve dünya vatandaşı olmayı ne kadar başarabildikleri, işlerinde ve özel hayatlarında ne derece mutlu oldukları mıdır? Açıkça görülmektedir ki, şimdiki haliyle eğitim sisteminde roller değişmiş, sınav sistemi eğitim sistemine hizmet edecekken, eğitim sistemi sınav sistemine hizmet eder hale gelmiş ve öğrenci yetiştirme düzenimizde edinilmesi gereken en önemli beceri test çözerken dört-beş yuvarlaktan birini seçip dışarıya taşırmadan içini doldurmak olmuştur.

Einstein ‘Karşılaştığımız önemli sorunları, onları yarattığımız sırada sahip olduğumuz düşüncelerle ve o düşünce düzeyiyle çözemeyiz’ demiştir. O halde sorunları çözüme kavuşturabilmek için onları algılayışımızı değiştirmeli, sorunları görmede ve çözüme kavuşturmada, şu anda kullandığımız gözlüklerin artık yetmediğini kabul etmeli, yeni gözlükler kullanmaya başlamalıyız.

Eğitim sistemine girdi-süreç-çıktı yaklaşımıyla bakıldığında sistemin girdisi eğitilecek çocuklar, çıktısı ise eğitilmiş gençlerdir. Eğitim ise bu ikisi arasında geçen süreçtir. Sisteme giren her çocuğun, ayrı bir birey ve çok değerli bir varlık olduğunun bilinciyle eğitim ve öğretiminin sağlanması eğitimin temel işlevi olmalıdır. Bir çocuğun eğitiminin sağlanması denince, onun belli bir kalıba dökülerek ve belli bir modele göre koşullandırılması, faklılıklarının bilenmesi yerine törpülenerek yok edilmesi, tek tip, adeta aynı tornadan çıkmış, dünyayı tek bir bakış açısıyla gören, işlerin yapılışında aynı yolu izleyen, kullandığı yöntemler ve düşünme sistemleriyle diğerlerinden hiçbir farkı olmayan bir birey yetiştirmek mi anlaşılmalıdır? Yoksa her çocuk bireysel özellikleri ve farklılıkları göz önünde bulundurularak doğru yöntemlerle işlenmesi gereken bir varlık olarak mı ele alınmalıdır?

R.H. Reeves’in ‘Hayvan Okulu’ isimli öyküsü yeni dünya düzeninin gerektirdiği nitelikleri karşılayabilen bir eğitim sisteminin nasıl olmaması gerektiği ve öğrencilerin bireysel faklılıkları üzerine bir kez daha düşünülmesi gerektiğini çok güzel bir şekilde ortaya koymaktadır.

Hayvanlar alemi ‘Yeni Dünya’nın sorunlarıyla baş edebilmek için bir okul açmaya karar vermiş. Dersler koşmak, uçmak, tırmanmak ve yüzmekten oluşuyormuş. Yönetimi kolaylaştırmak için bütün hayvanların bütün derslere katılmaları isteniyormuş. Ördek yüzmede çok iyi not almış, uçmada orta almış ama koşmada çok beceriksizmiş. Bu yüzden yüzmeyi bırakması gerekmiş, derslerden sonra okulda kalıp koşma alıştırmaları yapması gerekiyormuş. Bunu perdeli ayakları yıpranıncaya kadar yapması gerekmiş. Sonunda dayanamayıp okulu terk etmiş. Tavşan koşma dersinde çok iyiymiş ama yüzmede durumunu iyileştirmek için o kadar çok çalışmış ki bunalıma girmiş. Sincap tırmanmada harikaymış ama uçma dersinde öğretmeni kendisini uçmaya zorlayınca kaslarına kramp girmiş ve koşma ve tırmanma derslerinden de çok iyi bir not alamamış. Kartal sorunlu bir çocukmuş, belli bir disipline sokulması gerekiyormuş. Tırmanma dersinde diğer öğrencilerden önce ağacın tepesine ulaşıyormuş ama bunu ille de kendi yöntemleriyle yapmak istiyormuş. Sene sonunda yüzebilen, toprakta hızla hareket edebilen ve tırmanabilen bir yılan balığı okulu birincilikle bitirmiş. Köstebekler okul yönetimini, programa toprağı kazma ve tünel açma dersi eklemedikleri için protesto etmişler ve okula gitmemişler. Çocuklarını porsuğun yanına çırak olarak vermişler. Sonunda, bir grup girişimci hayvan kendi özel okullarını kurmuşlar.

Türkiye’de yaşayan her çocuğun özel bir proje olarak ele alınıp evrensel yetkinliklerle donatılması öncelikli, ya yapılacak ya da yapılacak bir mesele olarak görülmelidir. Eğitim bir taleptir ve en büyük özelliği ertelenemez oluşudur. İlköğretim çağındaki bir çocuğa yeterince öğretmenim yok, yeterince sınıfım yok, çağın gereklerine göre bir programım yok, şimdi git üç beş yıl sonra gelirsin deme lüksümüz yoktur. Öğretimin her kademesinde asgari şartların sağlanması kadar önemli olan bir diğer unsur, yeni dünya insanını yetiştirirken farklılıkların zenginlik yaratttığı bilinciyle hareket etmektir.