Etiket arşivi: Üniversite

Yeni Açılan Üniversiteler

Geçtiğimiz günlerde TBMM Genel Kurulu’nda, Milli Eğitim Bakanlığı, Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK), Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Merkezi (ÖSYM) ile 94 devlet üniversitesinin 2011 yılı bütçesi görüşmeleri yapıldı. Bu görüşmeler sırasında Milli Eğitim Bakanı, yükseköğrenim alanında atılan önemli adımları anlatırken, üniversite sayısının 76’dan 156’ya çıkarıldığını 489 fakülte, 150 yüksekokul, 152 meslek yüksekokulu, 220 yeni enstitü kurulduğunu bildirdi. Bu sayılara bakıldığında yüksek öğretim alanında çok büyük gelişmeler sağlandığı tabii ki inkar edilemez. Ancak, gözden kaçırılmaması gereken çok önemli bir unsur bulunmaktadır. Niceliksel artışlar ne yazık ki, her zaman niteliksel artışı da beraberinde getirmiyor. Gerçektende sayısal olarak vakıf ve devlet üniversitelerinin toplam sayısı 156 ya çıkmıştır. Ancak, yeni açılan devlet üniversitelerinin arasında dekanı olup öğretim elemanı olmayan, öğretim elemanı olup dersliği ya da binası bulunmayan, vakıf üniversitelerinin arasında ise binası, öğretim elemanı olan ama öğrenci bulmakta zorlanan pek çok üniversite bulunmaktadır. Nasıl ki, tüm dünyada ülkelerin eğitim seviyelerinin yukarı çıkarılması amaçlanıyorsa, bunun için de elit değil kitle üniversitelerinin oluşumu destekleniyorsa, bizim ülkemizde de üniversite eğitimi kitlelere ulaştırılmalıdır. Ancak her ile bir üniversite yaklaşımı aşılmalı, uluslararası standartları hedefleyen bir yaklaşım benimsenmelidir.

Üniversitelerde Çeşitlilik Bir Gereklilik ve Zenginliktir

Yükseköğretim hem kamunun malıdır hem de kamu eliyle üretilmekte olan bir hizmettir. 1984 yılında Vakıf Üniversitelerinin Türk Yükseköğretimine girmeleriyle bu kamu malının özel olarak sunumu başlamıştır. Bilkent Üniversitesi (1984), Koç Üniversitesi (1992) ilk vakıf üniversiteleridir. Tıpkı devlet üniversitelerinde olduğu gibi 2547 sayılı Yüksek Öğrenim Kanunu’na tabidirler. Şu anda, Türkiye’de 94 devlet, 38 vakıf üniversitesi bulunmaktadır. Vakıf üniversitelerinin devlet üniversitelerinden farkları kendi önceliklerini saptayıp buna göre eleman alma ve öğrenci yetiştirme politikası oluşturabilmeleridir ki bu da şu anki mevcut durum içinde aslında bir çeşitlilik ve zenginlik yaratmaktadır. Özel kuruluşlar eliyle yükseköğretimin sunumu değişik biçimlerde gerçekleşmektedir. Bunlar arasında kar amacı gütmeyen (non-profit) vakıf üniversiteleri (Harvard, Stanford), kar amacı güden (for-profit) kurum üniversiteleri (University of Phoenix, Dewry University), şirket (corporate) üniversiteleri (Motorola University, Oracle University), sınır ötesi (transnational) üniversiteler (Nottingham, The Apollo Group) ve sanal (virtual) üniversiteler (Tec de Monterry) bulunmaktadır.

Amerika’daki üniversite sistemini diğer ülkelerden farklı ve üstün kılan
sistemin sürekli bir değerlendirmeden geçirilmesi, raporlar yazılması ve
elde edilen sonuçlara göre önlemlerin alınmasıdır. Örneğin bu raporlarda doktora eğitimi bir bilim dalındaki tüm konuları kapsayan standart model, alt disiplin modeli, disiplinler arası model, probleme yönelik model, ya da disiplinler üstü model olarak
sınıflandırılabilmektedir. Oysa ülkemizde üniversitelerde öğrencilere hala standart doktora programları sunulmaktadır.

Bir üniversite öğrencisine verilecek eğitimin başarısı nerededir? Türkiye’de ne yazık ki öğrencilerin belli bir kalıba dökülerek ve belli bir modele göre koşullandırılması, faklılıklarının bilenmesi yerine törpülenerek yok edilmesi, adeta aynı tornadan çıkmış, dünyayı tek bir bakış açısıyla gören, işlerin yapılışında aynı yolu izleyen, kullandığı yöntemler ve düşünme sistemleriyle diğerleriyle hiçbir farklılık göstermeyen tek tip insan yetiştirilmeye çalışılması başarı olarak sunulmaktadır. Ya da bir üniversitenin başarısı kimi zaman yayın indeksine bakarak belirlenmekte, kimi zamanda öğretim üyesi başına düşen yayın sayısı hesaplanmaktadır.

Measuring Up 2008 Yüksek Öğrenim Raporu’na (U.S.A) göre bir ülkenin yüksek öğretimdeki başarısını/başarısızlığını kanıtlayan kriterler şunlardır: 1.yüksek öğrenime hazırlıktaki başarı 2. yüksek öğrenime katılımın yüksekliği 3. yükseköğrenimin aile/öğrenci tarafından maddi olarak karşılanabilmesi 4. yüksek öğrenime katılanların üniversiteyi bitirebilmesi 5. yüksek öğrenim mezunlarının ülke ekonomisine katkısı 6.üniversite eğitimi almış vatandaşların yaşamla ilgili bilgi ve becerileri.

Bugün gelinen noktada yükseköğrenim YÖK sisteminden öğrenci alımına, rektörlük seçiminden üniversitelerin malî ve idari özerkliğine kadar yoğun problemlerin yaşandığı ve süreklilik kazandığı bir alan haline gelmiştir. YÖK tarafından yürütülen düzenleyici sistem değiştirilebilir ve üniversitelerin iç yönetimine fazla müdahaleci bir tutumdan vazgeçilebilir. Sorunların ele alınışı en alttaki yetkilinin sorumluluğunda olabilir, yani ‘yerindenlik’ kavramına dayandırılabilir. Sistemin tüm aşamalarında ve işleyişi sırasında öz değerlendirme çalışmaları yapılabilir. Tüm aktörlere (rol alanlara) sorumluluk yüklenebilir.

Üniversitelerin belli başlı üç misyonu bulunmaktadır: eğitim-öğretim sunmak, araştırma yapmak ve toplumsal hizmet vermek. Üniversitelerin bu üç misyonu da yerine getirirken aynı anda en iyiyi yakalamaları oldukça güçtür. Önemli olan çağın değişen koşullarına uygun siyasaların geliştirilmesi ve yüksek öğretim kurumlarının çevresindeki diğer kurum ve kuruluşlarla birlikte evrilmeleridir.

Üniversite diplomasının alternatifi yok mu?

Ülkemizde yaşayan her genç, edindiği eğitimi, mesleki becerisi, işgücündeki yeri ve değerleri ile geleceğin Türkiye’sinin hazırlanmasında belirleyici bir rol üstlenmektedir. O halde, her gencin bir kariyer planlamasının bulunması ve eğitimini buna göre tamamlaması gerekmektedir. Şu anki mevcut durum değerlendirildiğinde, bir gencin kariyer planlamasının üniversiteye girişe endekslenmiş olduğu ama aslında bu durumun sistem içindeki herkes için yanıltıcı olduğu gözlenmektedir. 2008 yılında ÖSS’ye giren kişi sayısı 1 milyon 644 bindir. Bu sayının genel profilini ya daha önceki yıllarda üniversiteye girememiş ya çok da rağbet görmeyen bir bölüme kaydını yaptırmış ya da bir üniversiteyi bitirmiş ama iş gücüne katılamamış olanlar oluşturmuştur. Her yıl ancak 200 bin civarında öğrenci dört yıllık bir lisans programına yerleşebilmektedir. Büyük şehirlerdeki belli başlı köklü üniversiteler dışında, her ile bir üniversite kaygısıyla kurulan ama kontenjanları dolmayan pek çok üniversite, öğrencilerine entelektüel bağlamda bir gelişim sağlamanın ötesine geçememekte, bir meslek edinmelerine yardımcı olamamaktadır. Üniversiteyi bitirmiş olanların %40’ının işsizler ordusuna katıldığı düşünüldüğünde, bir üniversiteye girmiş olmanın herşey anlamına gelmediği görülmektedir. 2007 yılı nüfus sayımı sonuçlarına göre ülkemizde 15-24 yaş arasında yaklaşık 12 milyon genç bulunmaktadır. Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı 2008 yılı Türkiye’de Gençlik araştırmasına göre yaklaşık 5 milyon gencimiz ‘atıl’ durumdadır; yani, Türkiye’de ne öğrenim ne de çalışma hayatında yer almayan, iş aramaktan vazgeçmiş ve tüm ümidini yitirmiş bir genç nüfus bulunmaktadır. O halde, yalnızca üniversiteye giremeyenler için değil, ülkemizdeki tüm gençliği kapsayacak alternatif çözümler üretmek gereklidir.

Bilgi çağına girilmesi ile geleneksel eğitim modellerinin yerini yaşam boyu öğrenme, uzaktan eğitim ve e-öğrenme gibi alternatif öğrenme modelleri almaya başlamıştır. Bu eğitim modelleri diğer ülkelerde yaygın ve kapsamlı bir şekilde kullanılmaktadır. Ülkemizde de yaygın bir şekilde kullanılmaya başlanması Türk gençliğinin içinde bulunduğu dezavantajlı durumun avantaja dönüştürülmesi için önemli bir fırsat oluşturacaktır. Öncelikle, toplumun tüm kesimlerinde var olan üniversite diplomasının iyi bir işin garantisi olduğu yönündeki yanlış inanç yıkılmalıdır. Bunun için, üniversiteler dışında da saygın bir eğitimin alınabileceği, meslek edinilebileceği ve alternatif öğrenme modellerinin neler olduğu konusunda toplum genelinde bir farkındalık yaratılmalıdır.

Bugünkü mevcut duruma bakıldığında genel lise mezunları için üniversiteye giriş dışında başka seçenekler sunulmadığı görülmektedir. Bu yüzden üniversitede okuma şansını bulamayanlar için farklı seçenekler oluşturmaya öncelik verilmelidir. Bu seçeneklerle, liseyi bitirenlerin “akademik eğitime devam edecekler” ve “meslek eğitimine devam edecekler” olarak yönlendirilmesi için etkili bir rehberlik sistemi kurulmalı, lise sonrası meslek eğitiminde, mesleki yeterlikler kanunu çerçevesinde meslek sertifikasyonu için gerekli meslek kursları açılmalı ve e-öğrenme için gerekli yapılandırma sağlanmalıdır. Ülkemizde çoğu meslek öğretemeyen meslek liselerine yönelen öğrencilerin oranı ancak %33’tür. Öğreniminin bir üst basamağında meslek yüksek okulundan mezun bir gence çalıştığı kurum tarafından gerek hizmet öncesi eğitim, gerekse hizmet içi eğitim sağlanması çok önemlidir. Çünkü ülkemiz için alternatif eğitim nitelikli mesleki eğitimdir. Bunun için eğitim ihtiyaçları belirlenerek kişisel gelişim, girişimcilik ve meslek edinme konularında hazırlanan e-öğrenme projeleri kullanılabilir.

Hangi eğitim ortamı tercih edilirse edilsin, yaşam boyu öğrenme perspektifi içinde mesleki bilgi ve becerileri ilerletme, bilgisayar ve dil becerilerini edinme ön plana çıkmaktadır. Yaşam boyu öğrenmeyi mümkün kılması, kolay erişilebilir olması ve kaynakların verimli kullanılmasına olanak sağlaması açısından e-öğrenme, herkese öğrenim sağlayan çağdaş bir uygulama olarak karşımıza çıkmaktadır. E-öğrenme uygulaması ile kişiye, yere ve zamana bağlı olmadan esnek bir öğrenme ortamı oluşmaktadır. Okulda yapılan formal eğitimdeki yüz yüze etkileşimin eksikliği hissedilse bile, eğitime 7 gün 24 saat erişim olanaklı kılınmaktadır. Bu şekilde üniversiteye giremediği için kendini dezavantajlı gören bir genç bunu avantaja dönüştürmeyi başarmış olacaktır.

Ülkemizde gençliğe yönelik belli bir eğitim, işgücü ve istihdam politikasının mevcut olmayışı, olması için dönemsel ve bireysel çaba gösterilmesi durumunda ise kapsam ve etkililik açısından yetersiz kalması en büyük sorunu oluşturmaktadır. Mesleki eğitim, yaşam boyu öğrenme, uzaktan eğitim, akran eğitimi ve e-öğrenme gibi kavramların etkin bir şekilde hayata geçirilmesi ancak devlet düzeyinde ele alınması ile mümkün olabilir. E-devlet alanında yapılan çalışmaların eğitim alanına da kaydırılması sağlanabilir ve Milli Eğitim Bakanlığı, üniversiteler, sivil toplum kuruluşları, e-öğrenmeyi uygulamakta olan özel sektör kuruluşlarının bir araya gelmesiyle ‘e-öğrenme eylem planı’ oluşturulabilir. Böylelikle elinde bir yol haritası olmadığı için yönünü bulamayan, nereye gideceğini bilemeyen kaygılı ve mutsuz bireyler yetiştirmeye son verilebilir.

Üniversiteden Multiversiteye

Üniversiteler öğretim piramidinin en üst kademesinde yer alan kurumlardır. ‘Üniversite’ Latince Universitas sözcüğünden gelmektedir ve aslında Türkçe’deki lonca sözcüğünün karşılığıdır. Bologna Üniversitesi (1088) ve Paris Üniversitesi (1160) bu tür üniversitelerin ilk örnekleridir. Üniversite bugün bilinen haline gelmeden önce pek çok değişik formlarda faaliyette bulunmuştur. İlk önce kilise merkezli üniversiteler kurulmuş, bu üniversiteler din adamlarının eğitimini üstlenmiştir, Daha sonra kurulan üniversiteler ise bilimsel bilgiyi odak almış, öğretimin yanı sıra araştırma ve kültür oluşturma işlevlerini de yüklenmişlerdir. (Von Humbolt Üniversitesi) Bir sonraki aşamada ise üniversiteler bilginin üretimi (araştırma), bilginin sunulması (dersler) ve dağılımından (yayınlar) sorumlu kurumlar haline gelmişler; daha sonra buna topluma hizmet sunma eklenmiş, böylece dörtlü bir işlevi yerine getiren bir modele geçmişler, yani multiversite halini almışlardır. Bu süreç, üniversitelerden beklentileri artırmış ve yükseköğretimin yeniden yapılandırılması gündeme getirilmiştir.

Aslında üniversite bin yıllık bir kurumdur; ancak, 20. yüzyılın ikinci yarısıyla birlikte pek çok yeni üniversite türü ortaya çıkmıştır. Bu sayede yüksek öğretim elitist olmaktan çıkmaya başlamış, daha geniş kitlelere ulaşabilir hale gelmiştir. Özel kuruluşlar eliyle yükseköğretimin sunumu değişik biçimlerde gerçekleşmektedir. Bunlar arasında kar amacı gütmeyen (non-profit) vakıf üniversiteleri (Harvard, Stanford), kar amacı güden (for-profit) kurum üniversiteleri (University of Phoenix, Dewry University), şirket (corporate) üniversiteleri (Motorola University, Oracle University), sınır ötesi (transnational) üniversiteler (Nottingham, The Apollo Group) ve sanal (virtual) üniversiteler (Tec de Monterry) bulunmaktadır.

Türkiye’de ise üniversite kurumu 1933 yılında Darülfünun’un kaldırılmasıyla ve İstanbul Üniversitesi’nin kurulmasıyla başlamıştır. Daha sonra Karadeniz Teknik ve Ankara Üniversiteleri ve ardından da Karadeniz Teknik ve Orta Doğu Teknik Üniversiteleri, Amerikan üniversite modeline göre kurulmuşlardır. 1923–2008 yılları arasında Türk üniversitelerinin çok yol kat ettiği görülmektedir. 1923 yılında 307 öğretim elemanı ve 2914 öğrenci bulunmaktayken, 2008 yılı itibariyle yüksek öğretim sisteminin içinde 90 bin 766 öğretim elemanı ve 2 milyon 372 bin 136 öğrenci ve 94 devlet ve 38 vakıf üniversitesi bulunmaktadır. Niceliksel açıdan bakıldığında çok büyük bir gelişme ve başarı olarak görülebilecek bu sayılar aslında gerçek bir başarıyı işaret etmekte midir?

Üniversitelerden artan beklentiler ‘Türkiye’nin Yükseköğretim Stratejisi-Taslak Plan’ da (2006) aşağıdaki şekilde belirlenmiştir:
• Daha fazla öğrenciye ve daha geniş bir yaş gurubuna eğitim vermek, yani kitleleşmek (massification)
• Hızla üretilen yeni bilgilerin ve oluşan yeni bilgi alanlarının tümünü kapsayacak şekilde programlarını genişletmek (academic expansion)
• Eğitimde mezunların iş bulabilmesine, araştırmada ise bilginin yanı sıra uygulanmasına da yönelmek (relevance)
• Toplumla güçlü köprüler kurarak bölgesel ve ulusal kalkınmaya daha fazla katkıda bulunmak
• Paydaşlarına hesap verebilen, açık ve saydam yönetişim modelleri geliştirmek (accountability)

Tüm bu beklentileri, göreli olarak azalmakta olan kamusal kaynaklar ile karşılayabilmek ise giderek zorlaşmıştır. Diğer ülkelerde de aynı sorunla karşılaşılmış, üniversiteler neo-liberalleşmek zorunda kalmışlardır. Yıllar içinde pek çok ülkede hükümetlerin bir üniversitenin işletme harcamalarına katkısı % 80’lerden, % 10’lara düşünce, aynı zamanda yüksek öğrenime de talep artınca bu talebi karşılamanın maliyeti çok artmıştır. Örneğin, İngiltere’de nüfus artış oranı düşmesine rağmen üniversite eğitimi talebi %7,2 artmıştır.

Durum böyle olunca üniversiteler şunları yapmışlardır. İlk olarak üniversite harçlarını artırmışlar; dolayısıyla maliyeti öğrencilerin üzerine yıkmışlar, öğrenciler öğrenimden faydalananlar konumundan çıkıp tüketici ve borçlu konumuna gelmişlerdir. Daha sonra da endüstri ile ortak araştırma projelerine girmiş, gerçeği arama misyonlarını yitirip kar peşinde koşan kurumlar konumuna gelmişlerdir. Son olarak ise giderek artan sayıda geçici ve yarı zamanlı işgücü istihdam etmiş; bu işgücü bilgiyi üretmek ve yaymak işlevini görmesi gereken üniversiteler için yeterli niteliği karşılayamamışlardır. Yani, üniversiteler neo-liberal olmuşlardır. ( Neo-liberalizm ve Yüksek öğretim, Mart 09 2009, New York Times)

Measuring Up 2008 Yüksek Öğrenim Raporu’na (U.S.A) göre bir ülkenin yüksek öğretimdeki başarısını/başarısızlığını ölçen kriterler şunlardır: Yüksek öğrenime hazırlıktaki başarı; yüksek öğrenime katılımın yüksekliği; yükseköğrenimin aile/öğrenci tarafından maddi olarak karşılanabilmesi; yüksek öğrenime katılanların üniversiteyi bitirebilmesi; yüksek öğrenim mezunlarının ülke ekonomisine katkısı ve üniversite eğitimi almış vatandaşların yaşamla ilgili bilgi ve becerileri.

Türk üniversitelerinde bu kriterlerin karşılanması konusunda pek çok zorluk yaşandığı bilinen bir gerçektir ve ortaya çıkan tablo hiçte iç açıcı değildir.

Yüksek öğrenime hazırlıktaki başarı
Türkiye’de 28 ilde 41 lise 2008 ÖSS sınavında üniversiteye hiç bir öğrenci sokamamıştır. Her yıl ortalama 1 milyon 600 bin öğrenci üniversite sınavına girmekte, bunlardan yalnızca 200 bini dört yıllık bir lisans programına yerleşebilmektedir.

Yüksek öğrenime katılımın yüksekliği
Yüksek öğretimdeki okullaşma oranları diğer ülkelerle karşılaştırıldığında, 18-24 yaş arası üniversiteye kayıt olan öğrenci yüzdeleri Kore’de %53, Finlandiya’da % 32, Türkiye’de ise %18’dir.

Yükseköğrenimin aile/öğrenci tarafından maddi olarak karşılanabilmesi
Türk üniversitelerinde harçlarının azlığı/çokluğu sorununun çözümü sağlanamamış ve hala verimli işleyen bir burs sistemi çalıştırılamamıştır.

Yüksek öğrenime katılanların üniversiteyi bitirebilmesi
2007 yılında dört yıllık bir lisans programında okuyup, ön lisans alarak üniversiteyi bırakanların sayısı 3467’dir.

Yüksek öğrenim mezunlarının ülke ekonomisine katkısı
Türkiye’de üniversite mezunlarının %40’ı iş bulamamaktadır.

Üniversite eğitimi almış vatandaşların yaşamla ilgili bilgi ve becerileri
Türkiye’de üniversiteyi bitirenler üzerine yapılan araştırmalar mezunların birçoğunun öğrenim gördüğü alanın dışında çalıştığını, girdikleri mesleki sınavlarda başarısız olduğunu göstermektedir. Bir başka gösterge ise işverenlerin büyük şehirlerdeki belli başlı üniversiteler dışından başvuru kabul etmemeleridir. Beceri yetersizlikleri okuldan işe geçişi zorlaştırmaktadır. Üniversiteler özel sektörün eleman ve teknoloji ihtiyaçlarına cevap verir konumda değildirler,

Aslında yapılması gerekenler çok açıktır. Yukarıda bahsi geçen altı kriterin Türkiye’de hangi derecede karşılanabildiği sorusu ivedilikle sorulmalı ve bu kriterler doğrultusunda eksikler tamamlanmalıdır. Günümüzde yükseköğretim kurumlarında tüm düzeyler için önem taşıyan başlıca ilkeler şöyle sıralanmıştır (‘Türkiye’nin Yükseköğretim Stratejisi-Taslak Plan’ 2006):
• Akademik özgürlük ve yönetsel özerklik
• Üretkenlik ve kaliteye verilen önem
• Etkin kaynak kullanımı
• Mali özerklik
• Saydamlık
• Hesap verebilirlik
• Farklılaşma
• Esneklik
• Katılıma açık olma
• Toplumla ilişki ve uluslararası ilişkilere verilen önem

Yine aynı raporda ‘bu ilkelerin yükseköğretimde uygulanması önemli bir zihniyet değişikliğini öngörmektedir. Dolayısı ile yönetim organlarının yapısının görev ve yetkilerinin yeniden düşünülmesi ve düzenlenmesi gerekmektedir. Böyle bir yenilenme süreci geçmiş birikimleri, deneyimleri ve gelenekleri tümüyle gözardı edemez. Dolayısıyla, değişmesi gerekenle korunması gereken arasında sağlıklı bir denge tutturulmasının önem taşıdığına inanılır. 2009 yılına gelindiğinde bu raporun önerdiklerinin hiç olmazsa bir kısmının bile hayata geçirilememiş olması kaygı vericidir. Popülist amaçlı alınan siyasal kararların yerine, politika yapıcılar ve tüm üniversite aktörlerinin sistemi bir bütün olarak ele alması gerekmektedir. Her ile bir üniversite sloganıyla kurulan üniversitelerin bulundukları ili sosyal ve ekonomik açıdan yukarıya çıkarmakta oldukları doğrudur. Türkiye’de hem aileler hem öğrenciler üniversite eğitimini geleceğe yatırım olarak görmektedirler ve maliyetini karşılamaya hazırdırlar. Üniversitede okumanın maliyetini düşündüklerinde öğrenci kredisinin getirisinin, alacakları tüketici kredilerinden daha yüksek olduğunu düşünmektedirler. Gallup 2007 Araştırması’nda ‘Öğrenim kredisi alamasaydınız üniversite eğitiminizi erteler miydiniz?’ sorusuna % 68’lik bir oran ‘hayır’ demiştir. Ancak, artık üniversitede alınan öğretimin ve diplomanın işlevinin ne olduğu sorgulanmaya başlanmıştır; çünkü yeni dünya düzeninin gereklerini karşılayabilecek nitelik ve becerilerle donatılmış bireyler yetiştirmekte zorlanmaktadırlar. Üniversitelerin değişimleri yaratabilmeleri veya yakalayabilmeleri için akreditasyon sistemini, çıktıları ölçen değerlendirme sistemini, eğitim-öğretim süreçlerinin tasarımını, planlamasını, uygulamasını ve denetimini sağlayan sistemleri bütünsel bir yaklaşımla uygulamaları gerekmektedir. Üniversiteler toplumun itici gücüdür; ancak üniversiteler değişince toplum da değişecektir.