Etiket arşivi: Eğitim

Açık bir kapı olmak yerine dönen bir kapıya sıkışıp kalmış bir eğitim sistemi

2009–2010 öğretim yılının başlamasına yaklaştığımız şu günlerde sorulması ve herkesin odaklanması gereken soru şu olmalıdır: Milli Eğitim Bakanlığı’nın bir yol haritası var mıdır yoksa yol nereye giderse oraya mı gidilmektedir? Şu ana kadarki genel görüntüde, MEB’nın sorunlara yaklaşımında dağınık bir yapı göze çarpmaktadır. Bu da gerek ortaöğretimde gerekse yüksek öğretimde sorunların her geçen gün daha da büyümesine yol açmaktadır.

Ortaöğretimin son yirmi yılına baktığımızda görülüyor ki, tam bir vur-kaç politikası uygulanmaktadır. Bu politikalardan yalnızca birkaç tanesi şöyle özetlenebilir: 1991-1992 öğretim yılında ders geçme ve kredili sistem uygulanmaya başlamış, bir başka deyişle, ‘Sınıfta kalmak kalktı, ders geçmek esastır’ anlayışı benimsenmiştir. Gerekçe olarak her yıl 1milyon 300 dolayında öğrencinin sınıfta kalması ve bunun devlete yükünün 4 trilyondan daha fazla olması gösterilmiştir.

Bir başka uygulamayla ise üniversitelere öğrenci göndermede başarıları ile dikkat çeken fen ve Anadolu liselerinin sayıları hızla artırılmıştır. Sonuçta fen ve Anadolu liselerinin sayıları 1300’lere dayanmış ve ortaöğretim kurumları, bir kısım okullarının çok tercih edildiği ve bir kısım okullarının da iddiasız okullar olarak damgalandığı ikili bir yapıya bürünmüştür. Özellikle 1998 yılından sonra YÖK’ün yaptığı katsayı düzenlemesiyle ÖSS ham puan ortalamaları yüksek olan bu okullar daha da avantajlı konuma gelmişlerdir. Son yıllar itibarıyla fen ve Anadolu liseleri ile genel ve meslekî liselerin arasındaki makas iyice açılmıştır. Dolayısıyla ilköğretimi bitiren öğrencilerin gözünde bu okulları kazanabilmek varlık yokluk meselesi hâline gelmiştir. 2002 yılında 562 bin, (2003’de 616 bin), 2004’te 650 bin (2005’te 785 bin) öğrenci 2006’da 798.307 Orta Öğretim Kurumları Sınavı (OKS)’ye ve 2009’da 1 milyon 27 bin öğrenci Seviye Belirleme Sınavı (SBS)’ye başvurmuştur.

MEB, Anadolu Liseleri Yönetmeliği’ne ilişkin de pek çok değişiklik yapmıştır. Bu düzenlemelerden birine göre öğrencilerin, Liselere Giriş Sınavı (LGS)’den aldığı puana göre tercih yaptığı uygulamadan vazgeçilmiş sınav sonuçları açıklandıktan sonra alınan puan doğrultusunda okul tercihleri yapılmaya başlanmıştır. 2004 yılında LGS’de okuldaki başarı notunun etkisi sıfırlanmış, Anadolu liselerine yerleştirmelerde sadece öğrencinin sınavda gösterdiği başarı dikkate alınmaya başlanmıştır. “İlköğretim 4, 5, 6 ve 7’nci sınıflardaki ağırlıklı notların aritmetik ortalaması alınarak belli oranda puana etki ettirilir” hükmü kaldırılmıştır.

2005-2006 öğretim yılından başlamak üzere sınavın ismi değiştirilerek Orta Öğretim Kurumları Sınavı (OKS) olmuş, liselere giriş sınavları ayrı tarihlerde ayrı yapılan sınavlarken OKS ile öğrenciler tek bir sınava girmeye başlamışlardır.

Yapılan tüm bu değişikliklerin yanı sıra bir de ertesi yıl yapılacağı ilan edilen ancak yapılmayan değişiklikler bulunmaktadırlar. Örneğin, 2004 yılı LGS sonuçlarını açıklanırken zamanın bakanı tarafından tüm veli ve öğrencilerin üzerindeki etkisinin ne olabileceği düşünülmeden şu demeç verilmiştir: “Gelecek yıl yapılacak LGS’ye sadece fen, Anadolu, Anadolu öğretmen, Anadolu meslek, Anadolu imam hatip ve polis kolejlerine girmek isteyen öğrencilerin değil, diğer ortaöğretim kurumlarına (düz liselere de) devam etmek isteyen tüm öğrencilerin girmesini mecburi hale getirecektir.” Ancak 2005 yılında böyle bir uygulama yapılmamıştır.

Liselerin dört yıla çıkarılması öncesinde kapsamlı bir müfredat çalışması yapılmamış, yalnızca var olan müfredatın içeriği yıllara yayılmıştır. Bu uygulama öğrenci ve velileri oyalamanın ötesine gidememiştir. Öğrenciler bir sene daha fazla okul – dershane kıskacında yaşamaya mahkum edilmişlerdir. Verilen eğitimin niteliği değiştirilememiş, üniversite önünde yığılan yüz binlerce öğrencinin niceliksel sayısında bir azalma olmamıştır.

OKS ile tek oturumda yapılan eleme sınavı, SBS adı ile 3 seneye çıkarılmıştır. 2008-2009 öğretim yılında SBS uygulanmaya başlamıştır. Gerekçesi öğrencilerin yeterliklerini ve başarılarının tek oturumda yapılan bir sınavla sınanamayacağı olmuştur. Yıl Sonu Başarı Puanı (YBP)‘nın değeri % 25 olarak belirlenmiş yani öğrencilerin yıl içinde aldıkları notlar yeniden önem kazanmıştır.

Yükseköğretimde de benzer bir tablo bulunmaktadır. Cumhuriyet’in kurulma dönemlerinden 1960’lı yıllara kadar lise mezunu sayısı az olduğu için fakülteler kendilerine başvuranları sınavsız kabul etmiştir. Fakülteler kendi amaçlarına yönelik bireysel sınavlar düzenlemişlerdir. 1974–1980 yılları arasında Üniversitelerarası Seçme Sınavı ÜSS uygulanmaya başlamıştır. 1981 yılından itibaren iki aşamalı bir sınav düzenine geçilmiş ve Üniversitelerarası Seçme Sınavı (ÜSS) ve Üniversitelerarası Yerleştirme Sınavı (ÜYS) adı altında iki sınav verilmiştir. 1983–2000 yılları arasında Öğrenci Seçme Sınavı (ÖSS) ve Öğrenci Yerleştirme sınavı (ÖYS) adları altında verilmiştir. 2000 yılında yeniden tek sınava dönülmüş ve Öğrenci Seçme Sınavı (ÖSS) adı altında uygulanmaya başlamıştır. 2002’de ÖSS Puanına göre yerleştirme uygulaması yani önce öğrencinin puanını öğrenmesi daha sonra bu puana göre bölüm seçmesi uygulamasına başlanmıştır. Ayrıca Yabancı Dil Sınavı (YDS) uygulanmaya başlamıştır.

2010 yılından itibaren uygulanmak üzere ise yükseköğretime geçişte iki aşamalı sınav sistemi uygulanması kararı alınmıştır. Birinci aşama YGS ‘Yüksek Öğretime Geçiş’ olarak adlandırılmış, ikinci aşama ise LYS ‘Lisans Yerleştirme Sınavları’ olarak adlandırılan 5 ayrı sınavdan oluşturulmuştur.

Yapılmak istenen bu değişikliklerin, seçme kriteri ne olursa olsun ya da sınav sayısı kaça çıkarılırsa çıksın, bu sınavlarda başarısız olan öğrencilerin açıkta kalacağı ve üniversite önündeki yığılmaya ya da kalite sorununun çözümü olamayacağı gerçeği ne yazık ki bir türlü yok edilememektedir. 28 ilde 41 lisenin 2008 ÖSS’de 4 yıllık okullara tek bir öğrenci bile yerleştirememiş olması eğitimdeki nitelik sorununun büyüklüğünün en net göstergesidir. ÖSS sistemi yıllar içinde ‘dershaneleşen okul’ ve ‘okul’ yerine dershane’ gibi yeni kavramların hayatımıza girmesine yol açmıştır. Üniversitelerin herhangi bir 4 yıllık lisans programına kayıt yaptırabilenler başarılı sayılmışlardır. Ancak, bu öğrencilerin azımsanamayacak bir kısmı üniversitede başarısız olmaktadırlar. Bu öğrencilerin niteliksiz/yetersiz alt yapıları ve kavramaya/uygulamaya dayalı bir öğretim süreci yerine ezbere dayalı dershane talimi sürecinden geçiyor olmaları bu başarısızlığın temel nedenidir.

Sonuç olarak eğitim sistemimizin genel görüntüsü şöyledir:
• Yukarıda özetlenen tüm bu değişimler bir kalite artışı, verimlilik ve devamlılık sağlayamamakta, kağıt mühendisliğinden öteye gidilememektedir.
• Ortaöğretimde okul ya da sınav adlarını değiştirmek reform anlamına gelmemekte, sonuçlar değişmemektedir.
• Eğitim sistemimizi sembol harflerle yönetmeye (MEB, LGS, OKS, SBS, ,ÖSS, YÖK vs.) çalışmak çözüm olmamaktadır.
• Bugüne kadar uygulanan eğitim politikaları, insan hakları bildirgesi ve Anayasa’da yazılı olan eğitim hakkına ulaşılamamasına yol açmaktadır.
• Üniversite kazanılamamakta, kazanılsa istenen bölümde okunamamakta, bölüm bitirilememekte, bitirilse iş bulunamamaktadır.
• Türkiye yanlış tercihler ve yatırımlar yaparak sürekli bir zaman kaybetme lüksü kullanmaktadır.
• Eğitim sistemi yanlışken ölçme değerlendirme sistemi de doğru olamamaktadır.
• “Minimum standartlar” üzerinde çeşitlilik ve esneklik sağlanamadığı için insan kaynaklarının ve sosyal sermeyenin geliştirilmesinde yeni bir açılım oluşturulamamaktadır.
• Sistem ‘açık olan bir kapı’ yerine ‘dönen kapı’ya el vermektedir.

Günü kurtararak eğitim sorunları çözülebilir mi?

2009-2010 öğretim yılının başlamasıyla sorunların her geçen gün giderek daha da büyüyen bir yumağa dönüştüğü bir kez daha ortaya çıkmıştır. Her yıl Eylül ayında okullar açılırken eğitim sistemindeki sorunların gündeme getirilmesi, 24 Kasım öğretmenler gününde öğretmenlerin hatırlanması, Haziran ayında ÖSS ve SBS yaklaştıkça sınav sistemine ait sorunların dile getirilmesi artık adeta bir rutin haline gelmiş, eğitim sorunları belli bir takvim ve buna bağlı bir gündem çerçevesinde tartışılır olmuştur. Eylül ayında okullara kayıt sırasında toplanan bağışlar, öğrencilerin giydikleri önlüklerin renk ve modellerinin ne olması gerektiği, sınav zamanı, yani Haziran ayı yaklaşırken SBS’daki sorular ve ÖSS’nin kaç basamak olması gerektiği ya da sınav isimlerinin değiştirilmesi, lise son sınıf öğrencilerinin dershanelere rahatça devam edebilmeleri için bakanlık tarafından 25 gün izinli sayılmaları (ki bu tür bir kararla Milli Eğitim Bakanlığı dershanelerin meşruiyetini bir kez daha kabul etmiş ve öğrencileri adeta oraya yönlendirdiğini ortaya koymuş ve okulların yetersiz kaldığını ‘dershaneleşen okul’ ve ‘okul’ yerine dershane’ olgularını kabullenmiştir), MEB üst düzey yöneticileri arasında kadın çalışanların sayısının artırılması bunlardan ilk akla gelen örneklerdir.

Gündeme gelen bu türden konular eğitim sorunlarının çözümüne katkı sağlamaktan çok uzaktır ve günü kurtarmaya yönelik çabalardan öteye gidememektedir. Oysa ülkemizde eğitim sistemi makro düzeyde ele alınması gereken pek çok sorunla boğuşmaktadır. MEB bütçesinin Merkezi Yönetim Bütçesine Oranı 2008 yılı itibariyle % 10,64’ tür ve toplam bütçe içinde en büyük paya sahip olmasıyla övünülmektedir. Ancak asıl olan eğitime ayrılan bu payla ne yapıldığı ve geri dönüşünün ne derece verimli olduğudur. 2002 yılı ve sonrasında yapılan yatırımların okul binası yapmaktan öteye gitmediği, bütçenin büyük bir kısmının da öğretmen maaşlarının ödenmesine gittiği görülmektedir. Oysa gerek ilköğretim gerekse ortaöğretim okullarında öğrencilere fırsat eşitliğinin sağlanması ve nitelikli eğitim verilmesi için bütçeden ayrılan miktar önemlidir.

Milli Eğitim Bakanlığı tarafından iyi niyetle yapılan çalışmalar bulunmaktadır. Bunlardan ilk akla gelenler yapılandırmacılık felsefesi kapsamında müfredat programlarının yenilenmesi ve Avrupa Birliği’ne uyum çalışmaları konusunda aldığı mesafedir. Ne yazık ki, program geliştirme çabalarında devamlılık esası korunamamış, yeni müfredata geçişte öğretmenlerin hizmet içi eğitimlerinde yetersizlikler yaşanmıştır. Liseler dört yıla çıkarılmış ancak yeni bir müfredat yerine var olan müfredatın yıllara yayılması yoluna gidilmiştir. Bu türden değişimler bir nitelik artışı ve verimlilik sağlamaya yetmemiştir.

Tüm kademelerde eğitim sistemi içinde yaklaşık 20 milyon öğrenci bulunmaktadır. Yani, Türkiye çok genç bir nüfusa sahiptir. Bu genç nüfus, değişen ve gelişen dünya düzeninde Türkiye’yi her anlamda en ileri ülkeler arasına sokabilecek bir fırsattır. Ancak bu fırsat, yürütülen yanlış politikalar hatta politikasızlık yüzünden ne yazık ki heba edilmektedir ve adeta bir tehdit unsuruna dönüşmek üzeredir. Aslında sorunlar önümüzdedir ve nasıl çözüme kavuşturulabileceği konusunda da pek çok görüş ve çözüm önerileri sunulmaktadır. Eksik olan, sorunların bilimsel ve bütünsel bir yaklaşımla ele alınması, tüm paydaşların katılımıyla topyekun yürütülen bir kampanya ile, günü kurtarmaya yönelik popülist yaklaşımlar yerine yol haritası belli ulusal bir programın hazırlanmasıdır.

Eğitimin Sürdürülebilir Kalkınma Üzerindeki Etkisi

Eğitim son yıllarda sürdürülebilir bir ekonomik kalkınma için en önemli etken haline gelmiştir. 2004 -2014 yılları arasındaki on yıllık dönem UNESCO tarafından ‘sürdürülebilir kalkınma için eğitim’ yılları olarak belirlenmiştir. Bir ülkenin gücünü değerlendirirken sadece fiziksel ve finansal sermayelerini dikkate alan bir yaklaşım, o ülkenin asıl gücünü oluşturan ve görünmez varlıkları temsil eden beşeri sermayeyi göz ardı ediyor demektir. Beşeri sermayenin diğer sermaye türlerinden farkı kullanıldıkça değerinin artmasıdır. Çünkü 21. yüzyıl bilgi çağıdır ve bilgiye dayalı bir rekabet yaşanmaktadır. Bilgiye dayalı ekonomide geleneksel, el becerilerine dayalı işler yerini ileri teknoloji gerektiren bilgi yoğun işlere, mavi yakalı işçiler yerini ‘bilgi işçilerine’ bırakmıştır. İnsan kaynaklarına yatırım yapan ülkeler, yeni alanlarda istihdam ve üretim yaratabilen, sürdürülebilir bir ekonomik kalkınma kaydeden, vatandaşlarına kaliteli bir eğitim, sağlık ve diğer sosyal alanlarda hizmet sunabilen ülkelerdir.

Eğitim yatırımlarının sürdürülebilir kalkınma üzerindeki etkisi ve bu yatırımların geri dönüşü üretimdeki artışta, becerilerin geliştirilmesinde, tüketici davranışlarının iyileştirilmesinde ve araştırmacı sayısındaki artışlarda somut olarak görülmektedir. Bilgi çağına ve bilgi ekonomisine geçilmesiyle birlikte bir ülkenin çalışanlarının bilgi birikimleri ve buna bağlı yaratılacak olan ‘know-how’un kapasitesinden oluşan entelektüel sermaye ön plana çıkmaktadır. Bugün ABD’de beşeri sermaye kaynaklarının değerleri toplamının yaklaşık 30 trilyon dolar, buna karşılık fiziki varlıklar toplamının ise 18.8 trilyon dolar olduğu tahmin edilmektedir. Seksen-sekiz gelişmekte olan ülkeye uygulanan ve insan kaynaklarının geliştirilmesi ile kalkınma arasındaki ilişkiyi inceleyen bir modelin sonuçlarına göre okuma yazma oranındaki % 20’den % 30’a artış GSYİH’da % 8’den % 16’ya kadar bir artışa yol açmaktadır.

Eğitimin üretim üzerindeki etkisine en güzel örnek tarım sektöründeki verimlilik artışıdır. Çiftçilerin dört yıllık ilave eğitimlerinin, fiziki tarımsal çıktıları yaklaşık % 10 artırdığı tespit edilmiştir. Başka bir çalışma sonucuna göre, bir yıllık ilave bir eğitim süresinin GSYİH’ya % 3’lük bir katkı yaptığı sonucuna varılmıştır. Bu örnekler ekonomik büyümenin temelinde fiziksel yatırımlardan ziyade teknolojik yatırımların ve ARGE faaliyetleri için ayrılan kaynakların ve insan kaynaklarının geliştirilmesine yönelik yatırımların olduğunu göstermektedir.

Eğitimin becerilerin geliştirilmesi ve dolayısıyla ekonomik kalkınma üzerindeki etkisinin büyüklüğü tartışma götürmez bir gerçektir. Bilgi toplumuna geçilmesiyle beraber bilginin üretilmesi, başka yerlerde başkaları tarafından üretilmiş bilginin alınıp uyarlanması ve o ülkede var olan bilginin yayılması önem kazanmıştır. Artık bilgiye ulaşmak çok kolaydır ve hatta bir bilgi kirliliğinin oluştuğu söylenebilir. Önemli olan bilgiyi katma değer haline getirebilmektir. 1980-90’larda Asya kaplanlarının başarıya ulaşması, ABD ve Avrupa’da üretilen bilgiyi alıp pratikte uygulamayı başarmış olmalarıdır. Bu tür bir başarı için önkoşul çağın gerektirdiği becerilerle donatılmış nitelikli işgücüdür. Sözel ve sayısal beceriler, bilişim teknolojileri becerileri, sosyal beceriler, öğrenmeyi öğrenme gibi temel beceriler eğitimle kazandırılmaktadır. Ancak bilgi uyarlamasının yapılabilmesi için işgücünün bu tür temel becerilere sahip olmasının yetmediği görülmektedir. Ekonomiye ivme kazandırılabilmesi ancak istihdam edilebilirlik becerilerinin kazandırılmasıyla mümkün olmaktadır. Kavramsal düşünebilen, mevcut durumu kavrayabilen ve düzeltme yoluna gidebilen, düşünmek ve akıl yürütmek konusunda eğitimli, ileri düşünme becerilerine sahip insanların yetiştirilmesi gereklidir ki, bir ülke bilgiyi üretemese bile alsın, uyarlayıp kullanabilsin.

Eğitimle edinilen beceriler kadar önemli bir başka unsur da tutum ve değerlerdir. Oluşturulacak davranışların toplumun, ekonominin, siyasal yapının ve bireylerin beklentilerine uygun olması gerekir. Eğitim toplumdaki bireylerin ülke ekonomisinin gerektirdiği tüketici davranışlarını edinmeleri, toplumsal kaynakları akılcı bir biçimde kullanmaları ve değerlendirmeleri konusunda farkındalık kazandırarak dolaylı yoldan ülke ekonomisine katkıda bulunur.

Türkiye’de eğitim politikası üretenler bir sonraki hedefi zorunlu eğitimin sekiz yıldan on iki yıla çıkarılması olarak belirlemişlerdir. Ancak önemli olan okulda geçirilen süre değil, bu sürede neyin nasıl yapıldığı, öğrencilerin ne öğrendiği, ileri düzey öğrenme becerilerini ne derece geliştirebildikleridir. Dolayısıyla okulda geçirilen uzun yıllarla ekonomik kalkınma arasındaki ilişkinin sorgulanması gereklidir. ARGE çalışmalarını gerçekleştirecek nitelikli insan kaynağının azlığı, Türkiye’nin sürdürülebilir ekonomik kalkınmada arzu edilen seviyenin çok daha altında kalmasına yol açmaktadır. OECD ülkelerinde her bin çalışan başına 6.8 araştırmacı düşerken, Türkiye’de bu sayı her bin çalışan için 1.1 araştırmacıdır. 2013 yılında 16 milyar TL’lik bir ARGE harcaması hedeflendiği düşünülürse sorun maddi kaynak sorunu değil, iyi yetişmiş insan kaynağı sorunudur. Bu tür karşılaştırılabilir uluslararası göstergelerle değerlendirildiğinde, Türk eğitim sisteminin nitelik ve nicelik bakımından sürdürülebilir bir ekonomik kalkınmayı ve küresel ekonomide rekabet edebilmeyi sağlamak açısından kat etmesi gereken mesafenin çok uzun olduğu görülmektedir.

Businessweek – Serbest Köşe

Eğitim ve Sürdürülebilir Ekonomik Kalkınma

Son on yıldır eğitim, bilgiye dayalı sürdürülebilir bir ekonomik kalkınma için hayati bir öneme sahip en kritik faktör olarak değerlendirilmektedir. Avrupa Birliği, Dünya Bankası ve UNESCO gibi uluslararası kuruluşlar temel becerilerin, tutum ve değerlerin geliştirilmesini öncelikler arasında ilk sıraya yerleştirmektedir. UNESCO, 2005–2014 yıllarını kapsayan 10 yıllık dönemi, “sürdürülebilir kalkınma için eğitim” 10 yılı olarak ilan etmiştir.
Kişi başına düşen ulusal gelir, genellikle ekonomik kalkınmanın temel göstergesi olarak görülebilir. Ancak petrol-dolar zengini ülkelerin durumunda olduğu gibi, kişi başına düşen ortalama ulusal gelirin göreceli olarak yüksek olması, bir ülkenin kalkınmış ülke olarak sınıflandırılması için yeterli değildir. Kişi başına düşen gelir yanında yoksulluğun ortadan kaldırılması ya da bir ülkedeki tüm bireylerin temel ihtiyaçlarının karşılanabileceği bir refah dağılımının sağlanması ve bireyler için geniş bir yelpazede ekonomik, toplumsal ve politik tercih olanağının bulunması da ekonomik kalkınmanın göstergeleri olarak dikkate alınmalıdır. Ulusal gelir, bir ülkenin sahip olduğu petrol gibi bir doğal kaynağın varlığına ya da diğer sürdürülebilir olmayan kaynaklara bağlı olarak yüksek olabilir. Oysa bir ülke için sürdürülebilir kalkınma, gelecek kuşaklar için de yaşanabilir bir ülke oluşturmayı kapsar.
1970’li yılların başlarında ekonomik kalkınma bakımından Türkiye ile benzer konumda olan bazı ülkelerin, bugün Türkiye’ye göre daha ileri düzeyde bir ekonomik kalkınmayı gerçekleştirmiş olmaları, büyük ölçüde eğitim sistemlerini geliştirmeye yönelik çabaları ile açıklanabilir. Japonya’nın ekonomik kalkınmasını yönetim modellerine bağlayan ve sürekli bir Japon mucizesi/modeli yönetimden söz edenler, Japonya’nın ekonomik kalkınmasında eğitimin etkisini göz ardı etmektedir. Japonya’da ilköğretimde okullulaşma oranı 1905 yılında bile %95 civarında idi. Bir mucizeden söz edilecekse, bu mucize eğitimde aranmalıdır. 1970’lerden günümüze gelindiğinde ise yüksek düzeyde bir ekonomik kalkınma gerçekleştiren ülkelerin, eğitime yüksek düzeyde yatırım yapan ve erken çocukluk döneminden başlayarak yüksek öğretime kadar eğitimin her düzeyinde okullulaşma oranlarını hızla artıran ülkeler olduğu görülmektedir. Her ne kadar ekonomik ve sosyal politikaların ekonomik kalkınmada etkilerinin göz ardı edilemeyecek olduğu bilinse de, eğitimin ekonomik kalkınma üzerindeki etkisi belirgin bir şekilde kendini göstermektedir. Çünkü ekonomik ve sosyal politikaların geliştirilmesi ve kalkınmayı destekleyecek bir teknoloji politikasının uygulanması, eğitim sisteminin yetiştirdiği üst düzey niteliklere sahip insan gücünden bağımsız olarak değerlendirilemez.
Eğitim, sürdürülebilir ekonomik kalkınmanın ön koşulu olan iki tür bilgi ve becerinin bireylere kazandırılmasını sağlar. Bunlardan birincisi mesleklerden bağımsız olarak her bireyin kazanması gereken temel becerilerdir. Örneğin iletişim, temel sayısal ve sözel beceriler, bilişim teknolojileri becerileri, öğrenmeyi öğrenme, sosyal beceriler, girişimcilik ve problem çözme gibi beceriler temel beceriler kapsamında değerlendirilebilir. Temel becerilerin kazandırılması Avrupa Birliğinin 2010 Lizbon Hedefleri çerçevesinde oluşturduğu bilgiye dayalı küresel ekonomide rekabet üstünlüğünü sağlama hedefinin yegane aracı ve önkoşulu olarak değerlendirilmektedir. Temel beceriler, okul öncesi eğitimden başlatılarak, zorunlu eğitim ve ortaöğretim sürecinde kazandırılır. Aynı zamanda sürdürülebilir ekonomik kalkınma için olmazsa olmaz olarak kabul gören çevre bilinci, çevreye ve diğer insanlara saygı, diğer insanlarla birlikte çalışma gibi tutum ve değerler, eğitimin erken yıllarında kazandırılabilir. Eğitim sistemlerinin çoğu kez temel becerilere ve mesleki yeterliklere öncelik vermesine karşın, tutum ve değerler ikinci planda kalabilmektedir. Oysa tek başına ekonomik verimlilik bile, beceriler kadar tutum ve değerlere de bağlıdır.
İkinci tür beceriler ise bir mesleğin ya da uzmanlık alanının gerektirdiği bilgi ve becerilerdir. Bu bilgi ve beceriler daha çok yüksek öğretimde yeni bilgi ve teknolojinin üretilmesi, transferi ve yayılması ile ekonomiye ivme kazandırır. Temel becerileri kazanmış olan bireylerin ekonomi için artı değer üretmelerini sağlayacak istihdam edilebilirlik becerilerini de kazanmaları gerekir. İstihdam edilebilirlik becerilerinin kazandırılması ise ekonomi ile çok iyi ilişkilendirilmiş bir mesleki eğitim sağlanması ile gerçekleşebilir. Ancak hızlı bir ekonomik, toplumsal ve teknolojik değişimin, meslek öncesi eğitimde kazanılan istihdam edilebilirlik becerilerinin oldukça kısa bir sürede geçerliliğini kaybetmesine neden olduğu da unutulmamalıdır. Bu nedenle, aktif işgücünün sürekli verimliliğini sağlamak için mesleki eğitimin geliştirilmesinin yanı sıra, işgücünün sürekli yaşam boyu eğitimini sağlayacak düzenlemelerin de hayata geçirilmesine ihtiyaç duyulmaktadır. Türkiye’nin küresel ekonomide rekabet edebilirliğinin sürekliliği, yaşam boyu öğrenme olanakları yaygınlaştırılarak ve geliştirilerek sağlanabilir.
Karşılaştırılabilir uluslararası göstergeler açısından değerlendirildiğinde, Türkiye’nin eğitim sistemi nicelik ve nitelik bakımından sürdürülebilir bir ekonomik kalkınmayı, küresel ekonomide rekabet edebilirliği sağlayacak düzeyde görünmemektedir. Türkiye’nin sürdürülebilir bir ekonomik kalkınma sağlayabilmek için okulöncesi eğitim, ilköğretim ve ortaöğretimde çağ nüfusunun eğitime tam erişiminin sağlanması yanında, gençlere yüksek öğretime devam edebilme hakkının sağlanması da önem taşımaktadır.
Bilgiye dayalı ekonomide geleneksel ve rutin beceriler giderek önemini kaybetmektedir. Ekonominin gerektirdiği beceriler daha çok ileri teknoloji gerektiren ve bilgi yoğun becerilerdir. Günümüzde üniversiteler yeni bilgi ve teknoloji üreterek veya başka yerlerde üretilen bilgiyi transfer ederek ekonomi için itici bir güç oluşturmaktadır. 1970 ve 1980’li yıllarda hızlı bir ekonomik gelişme gösteren Asya ülkelerinde üniversiteler yeni bilgi ve teknoloji üretmelerinin yanı sıra, daha çok bilgi ve teknoloji transferi ile ekonomiye ivme kazandırmıştır. Ayrıca üniversitelerin özel sektör ile işbirliği ve özel sektörün AR-GE kapasitesini geliştirmeye katkısı ekonomik kalkınma açısından büyük önem taşımaktadır.
Türkiye’nin nüfusunun yaklaşık 20 milyonu 0-14 yaş grubunda, 44 milyonu ise 15-64 yaş grubunda yer almaktadır. Genç ve aktif işgücünü oluşturan nüfusun ekonomiye yüksek seviyede artı değer katabilecek nitelikte bir eğitim alması halinde, nüfusun yapısı Türkiye’nin rekabet gücünün geliştirilmesi ve hatta uzun dönemde rekabet üstünlüğünün sağlanması açısından önemli bir avantaj sağlayacaktır.
Bilgiye dayalı bir ekonominin çalışanlarının iyi yetiştirilmesine ek olarak, bilgiye dayalı ekonomide kurumları ve işi yönetecek; dolayısıyla küresel ekonomide rekabet üstünlüğü sağlayacak, yüksek nitelikli insan gücünün yetiştirilmesi gerekir. Yönetim kapasitesinin yeterince geliştirilmediği ülkelerde sermaye ve emek, küresel ekonomide başka coğrafyalara doğru yönelmektedir. Bu nedenle, yaşam boyu istihdam edilebilirlik becerilerinin geliştirilmesi yanında, eğitimin aynı zamanda bu becerilere sahip işgücünün verimli bir şekilde örgütlenmesi ve çalışmasını sağlayacak yönetim kapasitesini de geliştirmesi ekonomik kalkınma açısından bir zorunluluktur.
Eğitimin her tür ve düzeyinde kazandırılan becerilerin ekonomik ve toplumsal kalkınma ile ilişkilendirilmesi gerekmektedir. Bu ilişkilendirme yapılmadan gerçekleştirilecek nicel gelişmeler, ekonomik kalkınmayı desteklemede yetersiz kalacaktır. Okullarımız gençleri küresel ekonomi ve gelecek için çok daha iyi hazırlayacak kurumlar haline getirilebilir. Türkiye’nin hedefi, gençlerini bilgi ve beceri açısından rekabete dayalı dünya ekonomisinin çarkları arasında başarılı olabilecek şekilde yetiştirmek olmalıdır.
Küresel ekonomide rekabet üstünlüğünü sağlamak ve sürdürebilmek, üniversite öncesi eğitimde erişim, eşitlik ve kalitenin sağlanması kadar, üniversite eğitiminde ve lisansüstü eğitimde ileri düzeyde bilgi ve teknolojiyi kullanabilen ve üretebilen bireylerin yetiştirilmesi ile gerçekleştirilebilir. Orta vadede Türk eğitim sisteminin ekonomi ile yeterince ilişkilendirilememesi, uzun vadede küresel ekonomide rekabet üstünlüğünün sağlanamaması ya da kaybedilmesi anlamına gelmektedir. Türk toplumunun geleceği açısından bunun sonucu yokluk, yoksulluk ve uluslar arası alanda saygın bir yere sahip olamamaktır. Bu nedenle eğitime yatırım ve Türk eğitim sisteminin geliştirilmesi, kesinlikle günlük politik sorunların ve söylemlerin dışında tutulmalıdır. Bu bağlamda, kamu ve özel sektörler ve sivil toplum kapsamlı bir reform hareketini hep birlikte planlamalı ve hayata geçirmelidir.

Yeni Dünya Düzeninde İnsan Yetiştirme Düzenimizi Sorgulama Zamanı

Yeni dünya düzeninde, dünya küresel bir köy durumuna gelmiş, ülkelerin coğrafi sınırları yapay kalmış, teknoloji hızla gelişmiş, bilgi üretildiğinden de büyük bir hızla tüketilmeye başlanmıştır. Bu bağlamda, bireylerin sahip olması gereken birçok yeni beceri ortaya çıkmış, eğer bir kişinin ismi ‘google’da aranıp da ‘bulunamamış’ ise o kişi adeta yok sayılmaya başlamış, geleneksel okullar yerini öğrenme ağlarına (www) bırakmış, öğretmen, öğrenci, veli, okul, topluluk, eğitim ve yaşam arasındaki keskin çizgiler giderek silinmeye başlamıştır. Bu ve bunun gibi örnekler artırılabilir ancak odak noktası, ulusların bu yeni düzene uyum konusunda hangi araçlarla, hangi yöntemleri kullanarak, ne yaptıklarıdır. Bu yeni düzenin, Türkiye’deki eğitime ve insan yetiştirme düzenimize nasıl yansıdığının değerlendirilmesi gerekir. İnsan yetiştirme düzenimizin ne tür bireyler yetiştirmesi gerektiği konusunda farklı listeler oluşturulmakta, reçeteler sunulmaktadır. Bunlardan en sık dile getirilen ve popüler olanlardan bazıları, soran ve sorgulayan, eleştirel düşünen, problem çözme becerilerine sahip, gelişmeye açık, çağdaş, demokrat bireyler yetiştirmek olarak ifade edilmektedir. Oysa, yapılması gereken, çıktıya dayalı olarak bu tür özelliklerin yetiştirdiğimiz çocuklar tarafından ne ölçüde içselleştirildiğinin değerlendirilmesi olmalıdır.

2005-2006 yılı itibariyle o yıllara kadar geçerli olan öğretim programlarının yeni dünya düzeninin gerektirdiği becerileri kazandıramayacağı öngörüsüyle ilköğretim programlarının geliştirilmesinde yapılandırmacı ve disiplinler arası bir yaklaşım benimsenmiş ve öğretim programları öğrenci merkezli anlayışla yeniden hazırlanmıştır. Ancak bu iyi niyetli girişim amacına ne derece ulaşmıştır? Milli Eğitim Bakanlığı’nın eylem planlarında kağıt üzerinde yazılanlar ile uygulama arasında uyum sağlanabilmiş midir? Bir başka deyişle, öğrenciler, öğretmenler ve aileler açısından ne tür bir manzara ortaya çıkmıştır?

Öğrencilere odaklanıldığında şu manzarayla karşılaşılmaktadır: Yeni bir yaklaşıma göre öğretim görmektedirler, Sıkça bahsi geçen öğrenci merkezli, yaparak öğrenme gibi popüler kavramlar kullanılmaktadır. Ölçme-değerlendirme adı altında portföy, gözlem, görüşme, proje gibi alternatif değerlendirme çeşitlerinin gereklerini yerine getirmeleri beklenmektedir. Eğer gerek okullarının gerekse kendilerinin maddi imkanları varsa ve teknolojik açıdan donanımlıysalar, bu türden ödevleri internet ortamında kes-yapıştır yoluyla (bilgiyi gerçek anlamıyla edinip kullanamadan) yapabilmektedirler. Eğer okulları ya da kendileri maddi imkansızlık içindelerse, o zaman da portföyün yalnızca kağıt taşımak için kullanılan bir dosya olmaktan öteye gidemediği bir süreç yaşamaktadırlar. Oysa amaç, öğrencilerin edindikleri bilgi ile ne yapabildiklerinin, ürettiklerinin tüm bir dönem boyunca biriktirilmesi gereken bir ürün dosyasının yani sürecin değerlendirilmesidir. Ancak bu türden performans ödevlerini hakkını vererek layıkıyla yapabiliyor olmak ‘başarılı’ sayılabilmek için asla yeterli olmamaktadır. Başarılı sayılıp sayılmamaları OKS/SBS ya da ÖSS gibi sınavlarda yuvarlak doldurarak aldıkları notlarla sınırlı kalmaktadır.

Aynı manzaraya öğretmenler açısından bakıldığındaysa, öğretmenin başarması gereken ‘Mission Impossible’ yani ‘Yerine Getirmesi İmkansız Bir Görev’ dir. Bir sonraki sınava kadar işlenmesi gereken ünitelerin, gerek malzeme gerekse zaman yetersizliğinden, öğretmen tarafından aktarılarak yetiştirilmesi gerekmektedir. İçeriği kimi zaman hala sorgulanan ders kitapları kullanmak zorundadırlar; kendilerini ve bilgilerini sürekli yenilemeleri gerekmektedir. Ama aynı zamanda haftada 20-25 saat ders yüküyle, 30-50 kişilik sınıflarla baş etmeleri beklenmektedir. Öğrencilerinin eleştirel düşünme, problem çözme gibi becerileri mi yoksa sınav başarısı mı kazanmaları gerektiği ikileminde bırakılmaktadırlar. Onlar da seçimlerini çoğunlukla, sınavlarda öğrencilerinin aldığı notlarla sınırlandırılan akademik başarıdan yana kullanmaktadırlar.

Aynı manzarada ailelere odaklanıldığında ise, çocuklarının sorunlarını bireysel çabalarla çözmeye çalışmak için kendi imkanları ölçüsünde kimi zaman özel okul, kimi zaman dershane gibi belli yollara baş vurdukları görülmektedir. Uygun seçenekler sunulmadığı sürece, kendi çocuklarına avantaj sağlamaya çalıştığı ve bu kronikleşmiş sorunla birlikte yaşamaya mahkum edildikleri için aileler suçlanabilirler mi?

Aynı manzara içinde yer alan bu üç grubu ortak bir paydada buluşturan ‘başarılı’ olma kaygısıdır. O halde sorulması gereken soru ‘Asıl Başarı Nedir? olmalıdır. OKS/SBS/ÖSS gibi sınavlarda içi doldurulan boşlukların doğruluk sayısının çok olması mı? Bu sınavlardan sonra okulların ya da dershanelerin şu kadar birinci çıkardık demeleri mi? Yoksa, 10-15 yıl sonra kendilerine, ailelerine ve ülkelerine faydalı birer birey olmayı ve dünya vatandaşı olmayı ne kadar başarabildikleri, işlerinde ve özel hayatlarında ne derece mutlu oldukları mıdır? Açıkça görülmektedir ki, şimdiki haliyle eğitim sisteminde roller değişmiş, sınav sistemi eğitim sistemine hizmet edecekken, eğitim sistemi sınav sistemine hizmet eder hale gelmiş ve öğrenci yetiştirme düzenimizde edinilmesi gereken en önemli beceri test çözerken dört-beş yuvarlaktan birini seçip dışarıya taşırmadan içini doldurmak olmuştur.

Einstein ‘Karşılaştığımız önemli sorunları, onları yarattığımız sırada sahip olduğumuz düşüncelerle ve o düşünce düzeyiyle çözemeyiz’ demiştir. O halde sorunları çözüme kavuşturabilmek için onları algılayışımızı değiştirmeli, sorunları görmede ve çözüme kavuşturmada, şu anda kullandığımız gözlüklerin artık yetmediğini kabul etmeli, yeni gözlükler kullanmaya başlamalıyız.

Eğitim sistemine girdi-süreç-çıktı yaklaşımıyla bakıldığında sistemin girdisi eğitilecek çocuklar, çıktısı ise eğitilmiş gençlerdir. Eğitim ise bu ikisi arasında geçen süreçtir. Sisteme giren her çocuğun, ayrı bir birey ve çok değerli bir varlık olduğunun bilinciyle eğitim ve öğretiminin sağlanması eğitimin temel işlevi olmalıdır. Bir çocuğun eğitiminin sağlanması denince, onun belli bir kalıba dökülerek ve belli bir modele göre koşullandırılması, faklılıklarının bilenmesi yerine törpülenerek yok edilmesi, tek tip, adeta aynı tornadan çıkmış, dünyayı tek bir bakış açısıyla gören, işlerin yapılışında aynı yolu izleyen, kullandığı yöntemler ve düşünme sistemleriyle diğerlerinden hiçbir farkı olmayan bir birey yetiştirmek mi anlaşılmalıdır? Yoksa her çocuk bireysel özellikleri ve farklılıkları göz önünde bulundurularak doğru yöntemlerle işlenmesi gereken bir varlık olarak mı ele alınmalıdır?

R.H. Reeves’in ‘Hayvan Okulu’ isimli öyküsü yeni dünya düzeninin gerektirdiği nitelikleri karşılayabilen bir eğitim sisteminin nasıl olmaması gerektiği ve öğrencilerin bireysel faklılıkları üzerine bir kez daha düşünülmesi gerektiğini çok güzel bir şekilde ortaya koymaktadır.

Hayvanlar alemi ‘Yeni Dünya’nın sorunlarıyla baş edebilmek için bir okul açmaya karar vermiş. Dersler koşmak, uçmak, tırmanmak ve yüzmekten oluşuyormuş. Yönetimi kolaylaştırmak için bütün hayvanların bütün derslere katılmaları isteniyormuş. Ördek yüzmede çok iyi not almış, uçmada orta almış ama koşmada çok beceriksizmiş. Bu yüzden yüzmeyi bırakması gerekmiş, derslerden sonra okulda kalıp koşma alıştırmaları yapması gerekiyormuş. Bunu perdeli ayakları yıpranıncaya kadar yapması gerekmiş. Sonunda dayanamayıp okulu terk etmiş. Tavşan koşma dersinde çok iyiymiş ama yüzmede durumunu iyileştirmek için o kadar çok çalışmış ki bunalıma girmiş. Sincap tırmanmada harikaymış ama uçma dersinde öğretmeni kendisini uçmaya zorlayınca kaslarına kramp girmiş ve koşma ve tırmanma derslerinden de çok iyi bir not alamamış. Kartal sorunlu bir çocukmuş, belli bir disipline sokulması gerekiyormuş. Tırmanma dersinde diğer öğrencilerden önce ağacın tepesine ulaşıyormuş ama bunu ille de kendi yöntemleriyle yapmak istiyormuş. Sene sonunda yüzebilen, toprakta hızla hareket edebilen ve tırmanabilen bir yılan balığı okulu birincilikle bitirmiş. Köstebekler okul yönetimini, programa toprağı kazma ve tünel açma dersi eklemedikleri için protesto etmişler ve okula gitmemişler. Çocuklarını porsuğun yanına çırak olarak vermişler. Sonunda, bir grup girişimci hayvan kendi özel okullarını kurmuşlar.

Türkiye’de yaşayan her çocuğun özel bir proje olarak ele alınıp evrensel yetkinliklerle donatılması öncelikli, ya yapılacak ya da yapılacak bir mesele olarak görülmelidir. Eğitim bir taleptir ve en büyük özelliği ertelenemez oluşudur. İlköğretim çağındaki bir çocuğa yeterince öğretmenim yok, yeterince sınıfım yok, çağın gereklerine göre bir programım yok, şimdi git üç beş yıl sonra gelirsin deme lüksümüz yoktur. Öğretimin her kademesinde asgari şartların sağlanması kadar önemli olan bir diğer unsur, yeni dünya insanını yetiştirirken farklılıkların zenginlik yaratttığı bilinciyle hareket etmektir.

Üniversite diplomasının alternatifi yok mu?

Ülkemizde yaşayan her genç, edindiği eğitimi, mesleki becerisi, işgücündeki yeri ve değerleri ile geleceğin Türkiye’sinin hazırlanmasında belirleyici bir rol üstlenmektedir. O halde, her gencin bir kariyer planlamasının bulunması ve eğitimini buna göre tamamlaması gerekmektedir. Şu anki mevcut durum değerlendirildiğinde, bir gencin kariyer planlamasının üniversiteye girişe endekslenmiş olduğu ama aslında bu durumun sistem içindeki herkes için yanıltıcı olduğu gözlenmektedir. 2008 yılında ÖSS’ye giren kişi sayısı 1 milyon 644 bindir. Bu sayının genel profilini ya daha önceki yıllarda üniversiteye girememiş ya çok da rağbet görmeyen bir bölüme kaydını yaptırmış ya da bir üniversiteyi bitirmiş ama iş gücüne katılamamış olanlar oluşturmuştur. Her yıl ancak 200 bin civarında öğrenci dört yıllık bir lisans programına yerleşebilmektedir. Büyük şehirlerdeki belli başlı köklü üniversiteler dışında, her ile bir üniversite kaygısıyla kurulan ama kontenjanları dolmayan pek çok üniversite, öğrencilerine entelektüel bağlamda bir gelişim sağlamanın ötesine geçememekte, bir meslek edinmelerine yardımcı olamamaktadır. Üniversiteyi bitirmiş olanların %40’ının işsizler ordusuna katıldığı düşünüldüğünde, bir üniversiteye girmiş olmanın herşey anlamına gelmediği görülmektedir. 2007 yılı nüfus sayımı sonuçlarına göre ülkemizde 15-24 yaş arasında yaklaşık 12 milyon genç bulunmaktadır. Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı 2008 yılı Türkiye’de Gençlik araştırmasına göre yaklaşık 5 milyon gencimiz ‘atıl’ durumdadır; yani, Türkiye’de ne öğrenim ne de çalışma hayatında yer almayan, iş aramaktan vazgeçmiş ve tüm ümidini yitirmiş bir genç nüfus bulunmaktadır. O halde, yalnızca üniversiteye giremeyenler için değil, ülkemizdeki tüm gençliği kapsayacak alternatif çözümler üretmek gereklidir.

Bilgi çağına girilmesi ile geleneksel eğitim modellerinin yerini yaşam boyu öğrenme, uzaktan eğitim ve e-öğrenme gibi alternatif öğrenme modelleri almaya başlamıştır. Bu eğitim modelleri diğer ülkelerde yaygın ve kapsamlı bir şekilde kullanılmaktadır. Ülkemizde de yaygın bir şekilde kullanılmaya başlanması Türk gençliğinin içinde bulunduğu dezavantajlı durumun avantaja dönüştürülmesi için önemli bir fırsat oluşturacaktır. Öncelikle, toplumun tüm kesimlerinde var olan üniversite diplomasının iyi bir işin garantisi olduğu yönündeki yanlış inanç yıkılmalıdır. Bunun için, üniversiteler dışında da saygın bir eğitimin alınabileceği, meslek edinilebileceği ve alternatif öğrenme modellerinin neler olduğu konusunda toplum genelinde bir farkındalık yaratılmalıdır.

Bugünkü mevcut duruma bakıldığında genel lise mezunları için üniversiteye giriş dışında başka seçenekler sunulmadığı görülmektedir. Bu yüzden üniversitede okuma şansını bulamayanlar için farklı seçenekler oluşturmaya öncelik verilmelidir. Bu seçeneklerle, liseyi bitirenlerin “akademik eğitime devam edecekler” ve “meslek eğitimine devam edecekler” olarak yönlendirilmesi için etkili bir rehberlik sistemi kurulmalı, lise sonrası meslek eğitiminde, mesleki yeterlikler kanunu çerçevesinde meslek sertifikasyonu için gerekli meslek kursları açılmalı ve e-öğrenme için gerekli yapılandırma sağlanmalıdır. Ülkemizde çoğu meslek öğretemeyen meslek liselerine yönelen öğrencilerin oranı ancak %33’tür. Öğreniminin bir üst basamağında meslek yüksek okulundan mezun bir gence çalıştığı kurum tarafından gerek hizmet öncesi eğitim, gerekse hizmet içi eğitim sağlanması çok önemlidir. Çünkü ülkemiz için alternatif eğitim nitelikli mesleki eğitimdir. Bunun için eğitim ihtiyaçları belirlenerek kişisel gelişim, girişimcilik ve meslek edinme konularında hazırlanan e-öğrenme projeleri kullanılabilir.

Hangi eğitim ortamı tercih edilirse edilsin, yaşam boyu öğrenme perspektifi içinde mesleki bilgi ve becerileri ilerletme, bilgisayar ve dil becerilerini edinme ön plana çıkmaktadır. Yaşam boyu öğrenmeyi mümkün kılması, kolay erişilebilir olması ve kaynakların verimli kullanılmasına olanak sağlaması açısından e-öğrenme, herkese öğrenim sağlayan çağdaş bir uygulama olarak karşımıza çıkmaktadır. E-öğrenme uygulaması ile kişiye, yere ve zamana bağlı olmadan esnek bir öğrenme ortamı oluşmaktadır. Okulda yapılan formal eğitimdeki yüz yüze etkileşimin eksikliği hissedilse bile, eğitime 7 gün 24 saat erişim olanaklı kılınmaktadır. Bu şekilde üniversiteye giremediği için kendini dezavantajlı gören bir genç bunu avantaja dönüştürmeyi başarmış olacaktır.

Ülkemizde gençliğe yönelik belli bir eğitim, işgücü ve istihdam politikasının mevcut olmayışı, olması için dönemsel ve bireysel çaba gösterilmesi durumunda ise kapsam ve etkililik açısından yetersiz kalması en büyük sorunu oluşturmaktadır. Mesleki eğitim, yaşam boyu öğrenme, uzaktan eğitim, akran eğitimi ve e-öğrenme gibi kavramların etkin bir şekilde hayata geçirilmesi ancak devlet düzeyinde ele alınması ile mümkün olabilir. E-devlet alanında yapılan çalışmaların eğitim alanına da kaydırılması sağlanabilir ve Milli Eğitim Bakanlığı, üniversiteler, sivil toplum kuruluşları, e-öğrenmeyi uygulamakta olan özel sektör kuruluşlarının bir araya gelmesiyle ‘e-öğrenme eylem planı’ oluşturulabilir. Böylelikle elinde bir yol haritası olmadığı için yönünü bulamayan, nereye gideceğini bilemeyen kaygılı ve mutsuz bireyler yetiştirmeye son verilebilir.

Eğitim sistemimize bakış

21. yüzyılda ülkelerin zenginlikleri artık, yeraltı kaynakları, tarihlerinin ne kadar uzun ve başarılı olduğu ya da işgücü ile değil, nüfuslarının ne kadar nitelikli eğitim aldıkları ile ölçülmektedir. Ülkeler arasındaki farklılık ve bir ülkenin diğerlerinin önüne geçebilmesi, ancak iyi yetişmiş beyinlerle ve dolayısıyla o ülkenin dünyadaki rekabet gücünün yüksek olmasıyla gerçekleşebilmektedir. Artık, savaşlar, silahlarla değil, eğitilmiş beyinlerle yapılmaktadır. Bilgi toplumuna geçilmesiyle birlikte, eğitim, daha önce hiç olmadığı kadar büyük önem taşır hale gelmiştir. Bilgi toplumunda eğitim, toplumsal açıdan bir gereklilik, bireysel açıdan ise bir zorunluluk olmuştur. İçinde bulunduğumuz çağa “sanayi ötesi çağ” ya da “bilgi çağı” adı verilmektedir. Bilginin yaratılması, dağıtılması ve paylaşılması kavramlarıyla birlikte “mavi yakalı” çalışanların yerini “bilgi işçileri” almıştır. Bilgi işçilerinin en önemli özellikleri, bilgi ve becerilerinin ülkeleri için verimlilik kaynağı olması, bir maliyet olmaktan çok yatırım olarak görülmeleri ve bilgilerinin onları potansiyel girişimci konumuna getirmesidir.

Günümüzde artık kaç kişinin okuma yazma bildiği ya da okula devam ettiği gibi bilgiler geçerliliğini yitirmiştir. Ülkemizde okullaşma oranlarının %90’lara çıkmış olması ve eğitime bakış açısının buna odaklanmış olması başarı olarak görülmektedir. Ancak, Türkiye’de eğitimin geri kalmışlığının hangi boyutlarda olduğunu ve bu sistemin artık çağın gereklerini karşılayamaz olduğunu ortaya koyarken belli verilerden yararlanmak, fotoğrafı netleştirmek açısından faydalı olacaktır. Ülkemizde çağ nüfusunun %10,23’ü zorunlu eğitim dışıdır; yani 1.142 çocuğumuz okula gitmemektedir. Toplam nüfusun %12,6’sı okuma yazma bilmemektedir. 6-17 yaş grubunda 78 bin çocuk ücretli, maaşlı ya da yevmiyeli olarak tarım sektöründe çalışmaktadır. 17.636 okulda birleştirilmiş sınıflarda 646.410 öğrenci öğrenim görmektedir; yani bir öğretmen 1. sınıftan 5. sınıfa kadar olan tüm öğrencilerle bir sınıfta tahtayı beşe bölerek ders yapmaktadır. 807 ilçede 667.537 öğrenci taşımalı eğitim görmektedir. 1.571 öğrenciye 1 rehberlik odası, 5.508 öğrenciye bir spor salonu, 1.609 öğrenciye bir kütüphane düşmektedir. Bu örnekler, eğitim sisteminin var olan haliyle nitelikli eğitim vermekten çok uzak olduğunu göstermektedir. Bu sistemde gençler çekingen, kaygılı ve hedeflerini belirleyememiş yaşama hazır olmayan bireyler olarak yetişmektedirler. Ülkemizde genç nüfus, toplam nüfusun %17,6’sını oluşturmaktadır. Bu genç nüfus, çoğu zaman, özellikle yaşlanan Avrupa kıtası ülkeleriyle kıyaslandığında, çok önemli bir fırsat olarak görülmektedir. Ancak, bu gençliğin nitelikli eğitime kavuşturulmazsa fırsat olmaktan çıkıp ciddi bir tehdit oluşturacağının çok geç olmadan görülmesi gerekmektedir. Çocuklarımızın kaç yılını okulda geçirdiği tartışması bir kenara bırakılmalı, onlara hangi nitelikte eğitim verilmesi gerektiği düşünülmelidir. 2023 yılında nüfusun yaklaşık %70’inin çalışma çağında olacağı düşünüldüğünde, önümüzde 15 yıllık bir demografik fırsat penceresi bulunmaktadır.

Eğitimin nitelik kazanmasının en önemli koşulunu, kaynakların verimli kullanılması oluşturmaktadır. Var olan imkanlarla yapılanlara bakınca, ülkemizin kaynak israfı öne çıkmaktadır. Türkiye’de GSMH’nın yılda ortalama %3,5’i eğitime ayrılmaktadır. Ancak, ne yazık ki, okullar yeterince kaliteli eğitim veremez hale geldiği için, eğitim okulların dışına taşmış, bunun sonucunda da dershaneler ortaya çıkmıştır. Dershaneler, bugünkü haliyle adeta sektör içinde sektör konumuna gelmişlerdir. 2008 yılı itibariyle dershane sayısı 4.000’den fazlayken, ki bu yalnızca kayıtlı olanların sayısıdır, ortaöğretim kurumu sayısı 3.690’dır. Bir ülkede eğitim sisteminin okullar aracılığıyla işlediğinden bahsederken, her yıl okul dışı dershane sektörü %30 artırılıyorsa, şu an içinde bulunduğu haliyle milli eğitim sistemimizin eğitemediğini açık seçik görmekteyiz. Var olan eğitim sistemimiz içinde tabii ki çocuklarımız öğrenmektedirler. Ancak, burada odak noktası, onların bilgi toplumunun gerekleriyle baş edebilmek için ne kadar “etkin” ve değişime uyum sağlayacak şekilde ne kadar “hızlı” ve ne kadar “nitelikli” eğitim aldıkları olmalıdır. Dünya bu kadar hızlı değişirken, eğitim bu değişmenin gerisinde kalmamalıdır. Buradaki formül çok basittir: Eğitimin hızı ve niteliği, bilgi toplumundaki değişim hızı ve gereklerine en azından eşit ya da daha büyük olmalıdır.

Güney Kore’yi ele alırsak, Türkiye’nin üçte biri yüzölçümüne sahip olmasına rağmen nüfus olarak eşdeğer büyüklüktedir. Bundan 50–60 yıl önce dünyanın en yoksul ülkelerinden biriyken bir ulusal eğitim programını yürürlüğe koymuştur. Bu program, bizdeki gibi hükümetlerden hükümetlere, YÖK başkanından YÖK başkanına değişmemiştir. Çünkü onlar bu hızla ilerleyen ve değişen dünyadaki tek gücün silah değil beyin olduğuna inanmışlardır. Tüm paydaşların katıldığı ortak bir iradeyle hareket etmişlerdir.

Atatürk 1922 yılında Bursa’da öğretmenlerle yaptığı konuşmasında “görülüyor ki bugün hepimizin en önemli görevimiz Milli eğitim işleridir. Başarının sağlanması için hepimizin tek vücut ve tek düşünce olarak esaslı bir program üzerinde çalışması gerekir” demiştir. 85 yıldır hâlâ tek vücut olup bir ortak irade oluşturamadığımız gerçeği düşünüldüğünde, geldiğimiz nokta hiç de iç açıcı değildir.

Eğitim konusunun artık rejim ve ekonomiyle ilgili sorunların gölgesinde kalmaktan çıkarılması gerekmektedir. İleride eğitimsizlik ve sonrasında işsizlikle boğuşan bir ülke konumundan çıkmak için şimdiden yeterli önlemlerin alınması gerekliliği toplumun tüm kesimlerine kazandırılmalıdır. Siyah ya da beyaz diye ayrıştırılmadan, eğitim ideolojik kazanımlar için bir araç olmaktan çıkarılmalıdır. Ülkemizin geleceğini düşündüğümüzde, ancak tüm paydaşların katılımıyla ulusal bir programın yürürlüğe konması için elimizdeki imkanları zorlarsak başarılı olabiliriz. Bunun gerçekleşebilmesi için hedefi iyi belirlenmiş stratejilere ve siyasi ranttan, popülist yaklaşımlardan arınmış ortak bir iradeye ihtiyaç vardır. Ancak o zaman, Büyük Önder Atatürk’ün ve atalarımızın bize emanet ettiği ülkeye layık olabiliriz.

Eğitime destek için davet!

Her gün haberlerde ya da çevrende duydukların aklını mı karıştırıyor? Yok ekonomi nereye gidiyor, yok türban tartışılıyor, yok Türkiye Avrupa Birliği kapısında bekliyor, bekletiliyor…

Okuduklarından, duyduklarından, gördüklerinden sıkıldıysan ve bunları değiştirmek istiyorsan yalnız değilsin! Türkiye’nin en çağdaş ve en köklü eğitim kurumu Türk Eğitim Derneği sana ve senin gibi düşünen herkese kapılarını açıyor!

Atatürk’ün gösterdiği hedef doğrultusunda, çoğu Cumhuriyet’in kurucuları arasında yer alan isimlerin bir araya gelmesiyle 31 Ocak 1928’de kurulan Türk Eğitim Derneği, bir ayrıcalığı yaşamana fırsat veriyor. Türk Eğitim Derneği ailesine katılarak elde edeceğin ayrıcalık, senin geleceğe daha güvenle bakmanı sağlıyor.

Kuruluşundan bu yana 46 bini aşkın öğrenciye verdiği “karşılıksız” burs ile, “olanaksızlıkları” bu ülkenin geleceğinden silme çabasında olan Türk Eğitim Derneği, 2003 yılından itibaren oluşturduğu Tam Eğitim Bursu ile öğrencilere yalnızca maddi destek sağlamakla kalmayıp, onların tüm sosyal gelişimlerini de uzman psikologlar tarafından izliyor.

Barınmadan servise, kıyafetten cep harçlığına kadar tüm bireysel ihtiyaçları karşılayan dernek, yan yana sıralarda, omuz omuza büyüyen çocukların arasından maddi sınırları kaldırıyor. Hem de kimselere hissettirmeden…

En önemlisi de aldığı kot pantolondan, izlediği futbol maçından, süründüğü parfümden ve saçının renginden daha başka şeyler anlatmak isteyen tüm gençlere, Türk Eğitim Derneği, uzmanlar aracılığıyla bu fırsatı veriyor ve onları dinliyor.
Kimbilir belki de her gün yanımızdan, bir fırsat arayışında olan onlarca insan geçiyor. Yolda yürürken karşımızdan gelen bir çocuk geleceğini nasıl kurabileceğini ya da bir kadın kızını nasıl okutacağını düşünüyor olabilir. Bunu asla bilemeyiz…

Ancak bir şeyden emin olabiliriz; bir gün bir yerlerde tesadüfen okuduğumuz bir yazı ile, birilerinin hayatını değiştirebiliriz. Etrafımızdaki herkese okuduklarımızdan bahsederek, fırsatları, onları özlemle bekleyenlere ulaştırabiliriz. Türkiye’yi aydınlık bir geleceğe sıkı sıkıya bağlayan bu güçlü zincire bir halka daha eklemek için!

www.turkegitimdernegi.org.tr