Etiket arşivi: Türk Eğitim Derneği

Ailece – Sosyal Sorumluluğun Önemi

Kurumsal Sosyal Sorumluluk projeleri toplumsal sorunlara dikkati çekmek ve çözümlerini aramak için atılan adımlardır. Aynı zamanda, toplumun beklenti seviyesini artırarak ekonomik ve sosyal alanlarda gelişimi sağlamayı hedefler. Kurumlar, özellikle faaliyet gösterdikleri konularla ilgili projeler seçerek topluma sağladıkları katma değeri artırmak üzere çalışmalar yapar.

10 Kasım – Ata İstedi, Meşale Ateşlendi

Atatürk’ün önderliğinde, O’nun çağdaş eğitim vizyonu doğrultusunda hayata geçirilmiş bir Cumhuriyet projesi olan Türk Eğitim Derneği, kuruluşunun 80. yılını kutlamaya hazırlanıyor. Dernek, Ata’yı ölümünün 69. yılında özlemle anarken, “Eğitim İçin El Ele, Tek Yürek, Tek Meşale” sloganıyla da O’nun yaktığı Eğitim Meşalesinin hep birlikte, inançla geleceğe taşınacağı mesajını veriyor.

Eğitimin bir milletin geleceğini yaratmadaki rolünü çok iyi bilen Atatürk, 16 Temmuz 1921 günü Ankara’da topladığı Maarif Kongresi’nde, yeni nesli yetiştirecek öğretmenlere önemli mesajlar vermişti. Bu mesajlarda yer alan ve Cumhuriyet’in çağdaş eğitim politikasını yansıtan ilkeler, 80 yıl önce Atatürk’ün önderliğinde kurulan Türk Eğitim Derneği’nin de temel misyonunu şekillendiriyordu.

Türk Eğitim Derneği, 80. yılını bir dizi anlamlı etkinlikle kutlamaya başlarken, Atatürk’ün eğitim alanında yaptığı yeniliklerin, aydınlanma ve çağdaşlaşma yolunda atılmış ilk adımlar olduğu inancını bir kez daha vurguluyor. Dernek, bir ülkenin ilerlemesindeki en önemli etkeni “eğitim” olarak tanımlayan ve bu bağlamda milli eğitim program ve politikaları geliştirmenin önemine işaret eden Ulu Önderin vizyonu doğrultusunda faaliyetlerini sürdürüyor.

Ata’nın izinde 80 yıl
Mustafa Kemal Atatürk, 1 Kasım 1925’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılışında yaptığı konuşmada şöyle diyordu: “Bilim ve eğitimde ilerlemeye yönelik genel isteği yerine getirebilmekten daha çok uzağız. Önümüzdeki yıl için sizlerden devletçe yapılabilecek en büyük özveriyi rica ederken, varlıklı olan vatandaşlarımıza da korumalarına verilmiş olan çocuklarımızı özel girişimleri ile okutup yetiştirmelerini önemle öğütlerim.”

Türk Eğitim Derneği, Atatürk’ün gösterdiği hedef doğrultusunda, çoğu cumhuriyetin kurucuları arasında yer alan isimlerin bir araya gelmesiyle, 31 Ocak 1928’de kuruldu.

Derneğin öncelikli amacı Türkçe ve yabancı dilde eğitim veren okullar kurmak, öğrenci yurtları açmak ve maddi imkânları yetersiz başarılı çocuklara burslar vererek eğitimlerini sürdürmelerini sağlamaktı. Ancak Dernek zaman içinde, Türk eğitim standartlarını çağdaş seviyeye taşıyacak bilimsel platformlar oluşturmayı, araştırma projeleri ile eğitim sisteminin sorunları ve çözümleri konusunda toplumu bilinçlendirmeyi ve Türk eğitim politikasının oluşturulmasında söz sahibi olmayı da misyonları arasına kattı.

Öncelikle eğitim alanında sivil inisiyatifin etkinleştirilmesini hedefleyen Dernek, eğitime doğrudan veya dolaylı katkı sağlayan kişi ve kuruluşlarla deneyim ve düşünce paylaşımına gitmeyi, eğitimdeki önder kuruluş konumunu güçlendirmeyi, eğitim alanında edindiği tecrübeleri ülke çapında eğitimin tüm boyutlarına taşımayı ve çalışmalarını uluslararası düzeyde de sürdürmeyi esas alıyor.

Türk Eğitim Derneği, 80 yıl içinde, ekonomik imkânsızlıklar nedeniyle öğrenim olanağı bulamayan 46 binden fazla öğrenciye kendi öz kaynaklarıyla karşılıksız öğrenim bursu verdi. Türk çocuklarının bilimsel, kültürel ve sportif başarılarına yönelik projeler kapsamında 21 okul, 6 şube, 1 temsilcilik ve 1 öğrenci yurdunu da faaliyete geçirdi. Dernek ayrıca, ulusal eğitime sunduğu hizmetlerin yanı sıra bilimsel yönden de katkılar sağlama ilkesini benimseyerek 1977 yılında kendi bünyesinde Bilim Kurulu’nu oluşturdu.

“Meşale hiç sönmeyecek”
Türk Eğitim Derneği, ölümünün 69. yılında Ata’yı saygı ve özlemle anarken, O’nun, “Türkiye’yi yüksek kalkınmışlık düzeyine çıkaracak çağdaş bilgilerle donanmış ve milli kurumlarda yabancı dil öğrenmiş bireyler yetiştirmesi için” Türk Eğitim Derneği’nin kuruluşuna önderlik ettiğini bir kez daha hatırlıyor, hatırlatıyor.

Ata’nın “Eğitimdir ki bir milleti hür, bağımsız, şanlı, yüksek bir toplum halinde yaşatır veya bir milleti kölelik ve yoksulluğa terk eder” sözleriyle, eğitimi özgürlüğün teminatı ve kalkınmanın anahtarı olarak gördüğünü biliyor, bildiriyor.

Türk Eğitim Derneği, Ulu Önderin yaktığı meşalenin geleceğimizi de aydınlatacağına olan inancıyla, eğitim alanındaki çalışmalarını 80 yıldır olduğu gibi bugün ve yarın da en ön safta sürdüreceğine, O’nun manevi huzurunda bir kez daha and içiyor.

Eğitemeyen eğitim sarmalında Türkiye’nin rekabet gücü

“Rekabet, aynı yarışta koşmayı seçmek demektir. Rekabetüstünde ise rakipler, kendi yarış alanlarını kendileri seçerler.” Edward de Bono

Türkiye’de mevcut duruma bakıldığında, 2002-2007 yılları arasında %7,5 oranında ekonomik büyüme sağlanmış, üretim ve hizmet sektörleri son birkaç on yıl içinde küresel piyasalarla bütünleşme ve rekabet etme yönünde kayda değer bir değişim ve dönüşüm süreci yaşamıştır. Ne yazık ki, bu büyüme tek başına yeterli olmamış, aynı dönemde eğitim sistemi, ekonomi, istihdam ve toplumdaki değişimleri destekleyecek gelişimi gösterememiştir.

Kaynak yetersizliği, eğitim sisteminin istenen ivmeyi yakalayamamasının en önemli sebebi olarak gösterilmektedir. Oysa, Dünya Bankası ve TÜİK tarafından yapılan çalışmalarda, özel harcamalar da dikkate alındığında, Türkiye’de GSYİH’dan eğitime ayrılan pay %10,4 olarak hesaplanmaktadır. Bu oran, OECD ülkeleri içinde, Güney Kore ile birlikte, GSYİH’dan eğitime harcanan en yüksek orandır. Yani aslında, Türkiye, eğitime önemli bir miktarda kaynak ayırmaktadır. Öyleyse, temel sorun, eğitime ayrılan kaynakların yanlış yönlendirilerek etkin ve verimli kullanılamamasıdır. Türkiye’de her yıl yaklaşık 10 milyar dolarlık bir kaynak ortaöğretime ve yükseköğretime geçiş sınavlarına hazırlık kapsamında adeta sektör içinde sektör haline gelmiş olan dershanelere harcanmaktadır. Bu büyüklükte bir harcamanın, bir kısmının bile okullarda eğitimin geliştirilmesi için kullanılması halinde sağlayacağı katkılar göz ardı edilemez.

Bu kaynaklarla aslında neler yapılabilir? Türkiye’nin yükseköğretim çağındaki nüfusunun okullaşma oranı %65 düzeyine çıkarılabilir. Bunun için, sadece 3.221.000.000$ yıllık kaynak ile, bir yılda Sabancı ve Koç Üniversiteleri niteliğinde (3.221.000.000$/500.000.000$ = 6,42) yaklaşık 7 yeni üniversite kurulabilir. Bu nitelikte bir devlet üniversitesi 7.000 öğrenci için yeni kapasite yaratır. 2007 yılı YÖK ve üniversite bütçelerinin toplamının 6.586.692 bin YTL olduğu göz önünde bulundurulursa, boşa giden kaynaklar ile her yıl yüksek öğretimde (6,42 x 7.000 = 45.080) 45.080 öğrencilik yeni örgün eğitim kapasitesi oluşturulabilir. ÖSS’ye hazırlık için zaten yapılmakta olan harcamaların üniversite eğitimine yönlendirilmesi sonucu, kaynakların daha verimli kullanılması sağlanmış olacaktır. Her yıl ÖSS’ye hazırlık için harcanan kaynaklar ile Türk Eğitim Derneği’nin “Türkiye’nin Üniversiteye Giriş Sistemi” raporunda 2023 yılı için öngörülen ve YÖK’ün “Türkiye’nin Yükseköğretim Stratejisi – Taslak Rapor”unda 2025 yılı için öngörülen yükseköğretimde kapasite artışı ve lisansüstü düzeyde araştırmacı – öğretim elemanı yetiştirme hedefleri, ek bir kaynağa ihtiyaç kalmadan gerçekleştirilebilir.

Türkiye’de 70,5 milyonluk toplam nüfusun yaklaşık 20 milyonunu, 0-19 yaş aralığı oluşturmaktadır. Yani, yaklaşık 20 milyon kişi eğitimin tüm kademelerinden hizmet almaktadır. Bu nüfus 2023’e kadar demografik fırsat olarak karşımızdadır. Bu büyüklükte bir nüfusun küreselleşmenin ve bilgi çağının gerekleri doğrultusunda eğitilemediği takdirde bu fırsatın nasıl büyük bir tehdide dönüşebileceği görülmelidir. Pek çok gelişmekte olan ülke gibi Türkiye’de de eğitim bir yandan ülke gündeminde rejim ve ekonomi tartışmalarının gerisinde kalmakta, diğer yandan ise pek çok sosyal ve ekonomik sorun için çözüm olarak gösterilmektedir. Eğitimin başka sorunlara çözüm olabilmesi, ancak ve ancak kendisinin kronikleşmiş bir sorun olmaktan çıkmasıyla mümkün olabilecektir.

Rekabet etkenleri, 1960’lardan bu yana, her on yıla bakıldığında farklılıklar göstermiştir. 1960’larda ‘üretim üstünlüğü’, 1970’lerde ‘maliyet üstünlüğü’, 1980’lerde ‘kalite üstünlüğü’ ve 1990’larda ‘hız üstünlüğü’ ana rekabet etkenleri olarak görülmüştür. 2000’li yıllarda ise daha ‘soyut etkenler’ ortaya çıkmıştır. Bu soyut etkenlerden bazıları çalışanların yaratıcılıkları ve bilgileri, yeni bilgilere ulaşabilme ve kullanabilmelerindeki hızları ve öğrenmenin bitmeyen bir süreç olarak algılanması gibi rakipler tarafından anlaşılabilmesi ve taklit edilebilmesi zor etkenlerdir. Baş döndürücü değişimlerin yaşandığı bilgi çağında artık rekabet gücü en önemli odak noktası haline gelmiştir. O halde eğitimin öncelikli işlevi, bilgi toplumunun gerekleriyle baş edebilmek için ‘etkin’ ve değişime uyum sağlayacak şekilde ‘hızlı’ ve ‘nitelikli’ işgücü yetiştirmek olmalıdır. Dünya bu kadar hızlı değişirken, eğitim bu değişmenin gerisinde kalmamalıdır. Bunun formülü çok basittir: Eğitimin hızı ve niteliği, bilgi toplumundaki değişim hızı ve gereklerine en azından eşit ya da daha büyük olmalıdır.

Bilgi çağı ekonomisinde ana sermaye beyin gücü, yani, iyi yetişmiş insan gücüdür. Sürdürülebilir rekabeti mümkün kılacak olan bu sermayedir. Oysa, Türkiye’de mevcut koşullara bakıldığında, yalnızca eğitime aktarılan kaynaklar değil, insan sermayesi de har vurup harman savrulmaktadır. Önemli bir değişken olan istihdam ile eğitim arasındaki ilişkiye bakıldığında, şu anda var olan işgücünün, sanayi ötesi çağın istihdam alanlarının gerektirdiği becerilerle donatılmamış olduğu görülmektedir. Ekonomik kalkınma ve rekabet gücünün geliştirilmesi ile o ülkenin genç nüfusunun ne öğrendiği arasında doğrudan bir ilişki vardır. Eğitim, kalkınma ile ilgili stratejilerin merkezinde yer alır. Burada odak noktası, eğitim kurumlarının niteliği ve ekonomik kalkınma ile eğitimin kazandırabileceği beceriler arasında ilişkiyi belirlemektir. Türkiye’de verilen eğitimin niteliğinde ciddi problemler olması, işgücünün beceri düzeyi ve yenilikçilik kapasitesi(zliği) üretimin yapısını olumsuz etkilemektedir.

Demografik bir fırsat olarak görülen genç nüfusu ile övünen Türkiye’de;
• 2006 yılı itibariyle işgücünün %66’sı, istihdamın %66,7’si ve işsizlerin %59,9’u lise altı eğitim seviyesindekiler ve okumaz-yazmazlardan oluşmaktadır.
• Ne öğrenim, ne de iş hayatında yer almayan kadınların sayısı 2,2 milyon dolayındadır.
• Halen 15 yaş üzerinde okuma yazma bilmeyen 6,1 milyon kişi bulunmaktadır.
• İlköğretim çağında yaklaşık 1.142.000 çocuk eğitim hakkından yoksundur ve okula devam edenler de bilgi çağının gerektirdiği temel becerileri kazanamamaktadır.
• 2007 yılı itibariyle Türkiye 55 ülke arasında rekabet gücü sıralamasında 48. sırada yer almıştır.
• UNESCO tarafından eğitimin gelişimini ölçmek için hazırlanan ‘Herkes İçin Eğitim Gelişme Endeksi’nde Türkiye 125 ülke arasında 77. sırada yer almaktadır.
• PISA (Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı) araştırmasında öğrencilerin problem çözme başarılarına göre yapılan sıralamada Türkiye, katılan 40 ülke içinde son sıralarda yer almıştır.
• İşsizlik %10’luk seviyenin altına indirilememiştir.

Bu veriler aslında Türk gençliğinin ve dolayısıyla Türkiye’nin büyük resimde nerede yer aldığını açıkça göstermektedir. 2023 yılına gelindiğinde, nüfusun %70’i çalışma çağında olacaktır. Küçülen dünyada büyüyen eğitimsiz gençlik, gerekli önlemler hemen alınmazsa bir tehdide dönüşecektir. Eğitim açısından dünya ortalamalarına ulaşamadığımız düşünüldüğünde, eğitimin bireysel yönelimli ve kısa erimli uygulamalara bırakılamayacak ve ideolojik kazanımlar için bir araç olarak kullanılamayacak kadar önemli bir iş olduğunun artık farkına varılmalıdır. Ülkemizdeki sorun, kaynak yetersizliği değil, sürekli değişen politikalar ve kuvvetler kavgasıdır. Ancak tüm paydaşların katılımıyla oluşturulacak ulusal bir eğitim programı, Türkiye’yi rekabet gücü yüksek önder bir ülke yapacaktır.

Gelecek kuşaklarımızın kendi yarış alanlarını yaratmalarını sağlamak öncelikli görevimiz