3. Eğitim Forum konuşması

85. kuruluş yıldönümünü kutladığımız Türk Eğitim Derneği,  Eğitim Forumlarını geleneksel hale getirerek üçüncüsünü düzenliyor. Bu yılki başlığımız hepinizin bildiği gibi, “Eğitim Siyaseti Nedir?” Bu başlığı seçmemizin aslında birkaç nedeni var. Ancak bunların ilki ve en önemlisi, eğitimin ve siyasetin özgürleşmesi için bir alan açma çabasıdır. Siyasetin özgürleşmesi vicdanın özgürleşmesidir, düşüncenin özgürleşmesidir. Eğitimin özgürleşmesi ise, aklın özgürleşmesidir, hukukun özgürleşmesidir. Demokrasi eğitim ve siyaset ilişkisi sağlam ve özgür bir zemine oturduğunda yeşermektedir.  Platon’un deyişiyle, ”Demokrasinin esas prensibi, halkın egemenliğidir. Ama milletin kendini yönetecekleri iyi seçebilmesi için, iyi eğitim görmüş olması şarttır. Eğer bu sağlanamazsa demokrasi, otokrasiye dönüşebilir”. İşte bu nedenle vicdanların özgürleşmesi, insanlık onurunun yüceltilmesi ve nesillerin sağlığı açısından son derece mühimdir. Zira, etik değerlerden beslenen özgür vicdanlar olmadan, düşünce özgürlüğü olmaz. Ancak ve ancak, düşünce ve vicdan özgürlüğü bir araya geldiğinde gerçek bir demokrasi yolculuğu başlamış demektir. Bu yolculukta kendi düşüncelerimiz ve vicdani kanaatlerimiz kadar başkalarının düşünce ve kanaatlerine saygı duyduğumuz ölçüde sahici olabiliriz.

Diğer taraftan, aklın özgürleşmesi de demokrasinin olmazsa olmazlarındandır. Akıl özgürleşecek ki hukuk nefes alsın. Akla ve ahlaki değerlere yaslanmayan bir sistem, kalıcı ve adil bir hukuk sistemi üretemez. Büyük filozof Kant’ın deyişiyle eğitim her bireyi “Kendi aklını kullanacak kadar cesur ol!” sözüyle tanıştırmalıdır. Çünkü aklın özgürleşmesinin geciktiği her coğrafyada demokrasi de gecikir. Octavio Paz’ın belirttiği gibi, hiçbir toplum aklı özgürleştirmeden büyük filozoflar, düşünürler, yazarlar çıkartamaz.  Yani uygarlığın gelişimine katkı veremez.

Özetle, etik, hukuk ve akıl uygarlığın ve demokrasinin yapı taşlarıdır. Bu taşların yerli yerine konup konulamayacağı, toplumdaki siyaset eğitim ilişkisinin niteliğine bağlıdır.  Bir toplumun gerçek bir toplum olabilmesi için, tüm fertlerinin uzlaştığı bir mutabakat alanına yani toplumsal sözleşmeye ihtiyaç vardır. Toplumsal sözleşmesi olmayan bir toplum, olsa olsa farklı dünya tasavvurları olan topluluklar kümesidir. Böyle bir toplum, ortak bir kültür coğrafyası, ortak bir dil ve ortak bir yaşam sahnesi oluşturamaz. Mutabakatı olmayan bir toplum, gerçek anayasasını yapamaz, yasalarını sıklıkla değiştirir, tasada, kıvançta ülkü birliğine varamaz. Toplumsal sözleşmenin temel şartı, ortak bir kültür ve eğitim anlayışıdır. Gerçek ve kapsamlı bir eğitim reformu olmadan da toplumsal sözleşmenin zemini hazırlanamaz. Zaman içinde güçlenecek bir toplumsal sözleşme için, önümüzdeki 20 yılı kuşatacak bir ulusal eğitim programına ihtiyaç vardır. Ancak böyle bir program sayesinde millet olmanın bilinç alanı yaratılabilir. Aksi takdirde dönemsel olarak alınan siyasi kararlar dönemsel olarak popüler bir etki yaratır. Toplumun her kesimi mevcut siyasal çatışmaların bir tarafı olarak, hayata geçirilen politikaları benimser veya reddeder. Yani millete mal olmaz. Eğitim politikaları, eğitimin doğasından ötürü bugünden ziyade geleceğe dönük kararlar içerir. İz bırakma sendromu nedeniyle bugünü etkilemeye yönelik olarak geliştirilen politikalar, çoğunlukla kalıcı bir değer yaratamaz. Eğitim politikalarının geleceği kuşatan bir anlayışla oluşturulması milli bir vazifedir diye düşünüyoruz. Toplumda birleşmeye ve dayanışmaya hizmet etmesi gereken eğitim sistemimizin çatışmaya ve ayrışmaya yol açması, bir şeylerin yanlış olduğunu göstermektedir. Yanlış olan nedir?  Elbette muhtelif yanıtlar olacaktır. Bu sorunun yanıtını öğrenmek için buradayız.

Eğitim Siyaseti Nedir? konusunu seçmemizin bir diğer nedeni, siyaset eğitim ilişkisinin anlaşılmasındaki karmaşadır. Bu karmaşayı anlayabilmek için bazı sorular sormak yararlı olabilir:

  1. Eğitim bir devlet politikası olmalı ve siyasilerin görevi bu politikaları hayata geçirmek mi olmalıdır?
  2. Yoksa her hükümet kendi dünya görüşünü eğitim politikalarına mı yansıtmalıdır?
  3. Ya da toplumsal mutabakata dayalı ulusal bir program olmalı ve hükümetler bu programın hedeflerini kendi öncelikleri ve tarzlarına göre icraata mı geçirmelidir?

Size bunlardan hangisi daha yakın geliyor?

Bu sorulardan ilki, yani politikaları devlet mi belirlesin sorusu sıklıkla tartışılmaktadır. Bir devletin eğitim politikasını belirlemesi ilke olarak tartışılabilir ancak, burada hangi devlet sorusu önem kazanmaktadır. Otoriter bir düzenin belirleyeceği eğitim politikaları dogmatik süreçlere yol açabilir. Eğer tüm kurumlarıyla işleyen bir demokratik devlet yapısı söz konusuysa, o zaman zaten  sistem çalışmakta ve evrilmektedir. Ancak devletlerin eğitim politikası dayatması, toplumsal evrime geçit vermediği için, çoğu zaman donuklaşmış ve katılaşmış bir eğitim sistemi doğurabilmektedir. O halde devletin eğitim politikasını belirlemesi ve hükümetlerin sadece bu politikaları uygulaması ne derece yararlı olabilir?

Eğitim politikalarını hükümetlerin kendi anlayışlarına göre belirlemesi ne derece faydalı olur peki? Siyaset olmadan eğitim siyaseti yapılamayacağına göre, siyaset kurumunun eğitim politikasına karışmaması diye bir seçenek olabilir mi? Bu bizi eğitim politikaları donuklaşmış ve tekamülünü yaşayamayan bir topluma dönüştürebilir mi? Siyaset, yaşayan bir organizma gibidir ve elbette eğitim politikalarını yönlendirecektir. Ancak, siyaset kurumu bütçeyi yönetme yetkisinden kaynaklanan gücünü kullanarak, işin doğasını aşacak tarzda eğitim sistemine müdahale ettiğinde sistem nasıl dengeye oturacaktır?  Bu tutumun en aşırı hali, her hükümetin kendi seçmenlerinin dünya görüşünü eğitim sistemine yansıtmasıdır. Bu durum her koşulda karşıt görüşlü seçmenleri yeni bir denge arayışına itmektedir. Sürekli karşıtını doğuran politikalar, birikimliliğin çok önemli olduğu eğitim sisteminin yerinde saymasına neden olabilmektedir.  Eğitim politikası yapanlar, gündelik olgu ve olayları dikkate alarak politika ürettiklerinde, etkisi 20-30 yıl sonra ortaya çıkabilen  kararların sorumluluğunu üstlenecek kimse bulunamamaktadır. Bir eğitim yatırımının sonucunun ortalama 20 yılda ölçülebildiği düşünülürse alınması muhtemel doğru veya yanlış kararları alanların isimleri bile çoğunlukla unutulmaktadır. Ancak, doğurguları tüm milleti etkilemektedir. Belirli bir yasama döneminde temsil yetkisi olan hükümetler, kendi dünya görüşlerine uygun düzenlemeler yaptığında popüler etkiler ortaya çıkmakla beraber, uzun vadeli etkiler çok sonraları anlaşılabilmektedir. Eğitim politikası eğitimin tabiatından dolayı son derece spesifik bir karakter taşımaktadır. Örneğin, hububat, taşıt vergisi veya imar konularında alınan kararlarla, eğitim politikalarına ilişkin kararların doğası çok farklıdır. Çünkü eğitim politikalarının etkisi

çok uzun yıllarda anlaşılabilmektedir. Buradan hükümetler eğitim politikası belirlememelidir sonucu çıkmaz elbet. Amaç, gelecek kuşakları etkileyen eğitim politikası kararlarında uzlaşmanın, toplumsal sözleşmenin, uzak hedeflerin ne denli önemli olduğunu vurgulamaktır.  Bu çerçevede bakıldığında gündelik siyaset üzerinden eğitim politikası yürütmek, nesillerin selameti açısından sıkıntı yaratabilir mi?

Demokrasinin kökleştiği ülkeler acaba nasıl bir strateji uyguluyor? Literatüre bakıldığında bu tür ülkelerdeki hükümetler toplumun ortak paydası üzerine inşa edilmiş uzun vadeli milli hedefleri kendi tarzlarına göre hayata geçirmektedirler. Bu yaklaşım, ortak ülkülere farklı yollarla gitmek anlamına gelmektedir. Yani siyasi partiler ulusal programlarında yer alan hedeflere kendi stratejileriyle gitmektedir. Millete mal olmuş bir ulusal programın olmadığı ülkelerde birikim olmamakta ve eğitim sistemi sürekli değişmektedir. Yani her hükümet kendi 1, 2, 3’ünü icra etmekte, bir türlü 4, 5, 6 olamamaktadır. Sonuç olarak, girdileri artan ancak çıktılarının niteliğinde bir iyileşme olmayan eğitim sistemleri doğmaktadır. Hal böyle olunca ulusal program olmadan milli hedeflere nasıl ulaşılacak?

Bu ülkede yaşadığımız temel problemlerin temelinde toplumsal bir sözleşmeye dayalı eğitim ve kültür reformu yapılamaması yatmaktadır. Kapsamlı bir eğitim reformunu hayata geçirecek eğitim politikaları en öncelikli meselemiz durumundadır. Dünya deneyimleri, geçmişteki birikimleri dikkate alan, bugünün ihtiyaçlarına duyarlı ve geleceği tasarlayan eğitim politikalarının işlevsel olduğunu göstermektedir. Felsefesi olan, ulusal kültüre dayanan, bilim zihniyetine göre oluşturulmuş politikalar kapsayıcı ve geliştirici olmaktadır.  Adaleti temel alan, fırsat eşitliğini gözeten bir ulusal program, Cumhuriyetimizin ilelebet payidar olmasının ön koşullarının başında gelmektedir. Cumhuriyetin kurulmasından bu yana anayasal ve yasal zorunluluk olmasına rağmen cinsiyet, ekonomik durum, bölgesel eşitsizlikler vb. etkenlerden dolayı, eğitimde fırsat eşitliği sağlanamamış, fırsat eşitliği bir hayal olarak kalmıştır.

Eğitim felsefemizdeki eksiklikler ve anlaşmazlıklar eğitim politikalarının kültür ve bilim kanadının da zayıf kalmasına neden olmaktadır. Çoğu zaman siyasi hedeflerle eğitim felsefesi birbirine karışmaktadır. Oysa siyasal tasarruflar eğitim felsefesinin oluşturulmasında bir araçtır. Siyaset kurumu toplumun refahını ve mutluluğunu uzlaştırıcı bir kimlikle sağlamaya çalıştığında toplumun ortak felsefesi canlanmaktadır. Bunun doğal bir sonucu olarak,  kabul alanı geniş. İstikrarlı ve tekamüle açık bir eğitim felsefesi ortaya çıkmaktadır.

Eğitim politikalarının kültür kanadı bir başka önemli husustur. Toplumun kültür dinamikleri

dikkate alındığında eğitim politikaları sahici olabilmektedir. Yasa yapıcıların veya bazı bilim adamlarının toplumsal sözleşmeye dayanmayan mühendislik temelli icraatları sağlıklı bir sosyal değişimin önünü tıkamaktadır. Toplumsal uzlaşı arama, toplumu ikna etme, iyi niyetli çabalar doğal bir ilerlemeyi kolaylaştırmaktadır. Eğitim politikaları, bireysel tercihlere, belirli bir zümrenin beklentilerine ya da bir ideolojiye göre yapılandırılamaz. Eğer yapılandırılırsa dünyada geçerliği olmayan, donuklaşmış ve üretmeyen bir sistem ortaya çıkar. Eğitim politikaları, bir zümrenin, bir grubun, bir görüşün kendisini ispat alanı değil, ülke ödevidir. Milletin tamamının ortak davasıdır. Her siyasi görüş kendine göre milleti tanımladığında, önce zihinsel sonra fiziksel coğrafya parçalanmaktadır.

Yukarıda ifade ettiğim gibi, felsefe ve kültür, eğitim politikalarını etkileyen daha soyut konulardır. Bilim ise, toplumsal uzlaşmayı kolaylaştıran, nesnel, yöntemleri olabildiğince kabullenilen bir araçtır. Bilim anlayışına dayalı olmayan, verilerle desteklenmeyen, otorite kaynaklı eğitim politikaları kısa vadede iflas etmektedir. Bilimin yol göstericiliği, uzun vadede eğitim-siyaset ilişkisinin sağlam bir zemine oturmasını kolaylaştırmaktadır.

Eğitim Siyaseti Nedir başlığını seçmemizin bir diğer nedeni, dünyadaki değişimlerin Türk eğitim siyasetini etkiliyor olmasıdır. Eğitim, giderek kavramlara boğulan, ticarileşen ve yüzeyselleşen bir hal almaktadır. Bu durum, yeni kuşakların yetişme biçimi açısından büyük bir risk teşkil etmektedir. Artan bilgi fazlalığı ve kirliliğinde toplum yeni bilgilere yer açmak için giderek daha unutkan hale geliyor. Geçmişin abartılı bir kötülemesi, geleceğin abartılı bir yüceltilmesi söz konusu. Sanki eski olan her şey kötü, yeni olan her şey iyiymiş gibi bir algı oluşturuluyor. Uzmanlaşmanın getirdiği kesitsel bakış, yaşamı bir bütün olarak algılamamızı

engelliyor. Uzmanlığın olası patolojisiyle, sıradanlığın sağduyusu arasındaki boşluk büyüdükçe büyüyor. Uluslararası ajansların, sosyal medyanın, dijital teknolojilerin özel hayatı kuşatması, ekonominin tüm insani değer unsurlarını satın alma çabası, eğitimi naif ve doğal halinden dejenere bir “tüketim kalemi”ne dönüştürüyor.

Dünyada 1970’li yılların başından beri eğitim sistemlerinin kapitalizme eklemlenmesi çalışmaları hızlanmıştır. Bu çalışmalar nedeniyle, eğitim sistemlerinin doğası değişmeye başlamıştır. Kamu kaynaklarının rasyonel olarak kullanılamaması, neoliberal politikaların

eğitim sistemini daha fazla kuşatmasına yol açmıştır. Devletin eğitime müdahalesinin dijital kapitalizmin üretim anlayışına engel teşkil etmesi, eğitimi anayasal konumundan giderek daha fazla uzaklaştırmaktadır. Reagan ve Teatcher dönemlerinde eğitimin piyasa mekanizmalarına entegrasyonu hızlanmış ve eğitim haklı gerekçelerin çok ötesinde piyasalaşmaya başlamıştır. Bunun etkileri, eğitimin bir yatırım aracına dönüştürülmesiyle ülkemizde de kendisini göstermiştir. Bunun sonucunda, eğitim bireysel ve toplumsal olandan ekonomik olana doğru dönüşmeye başlamıştır. Kamuoyuna ilan edilen SBS, YGS, LYS sonuçları okulların piyasa değerini belirlemektedir. Öyle ki, okullar piyasa değerini artırmak için çok farklı iletişim mecralarını kullanabilmektedir.

Öğrencilerin gerçek ihtiyaçları yerine, aldıkları puanlar ve sınav performansları önemli hale gelmiştir. Başarılı öğrencilere verilen ödüller, sınav birincilerine televizyona çıkma karşılığında vaat edilen hediyeler eğitimi piyasalaştırmanın somut göstergeleridir. Dershaneye gittiği halde sınavı kazanamayanlar ayıplı eşya gibi kamuoyundan gizlenirken, kazanan az sayıdaki öğrenci, reklamlar, ilanlar ve dev posterlerle show  dünyasına  davet edilmektedir. Üstün zekalı, engelli, hiperaktif ve benzeri çocuklarımız eğitim adı altında zaman zaman pazarlama ve halkla ilişkilerin öznesi haline gelebilmektedir. Fırsat eşitliğinin sağlanamaması, kaynakların adil kullanılamaması mazeret  olarak gösterilmektedir. Merkezi sınavların baskısı nedeniyle, sınıf atlamanın ve yoksullukla mücadelenin bir aracı olan eğitim, parası olanın daha kolay ulaşabildiği bir kurum haline gelmiştir. Özgür zihinlerin yaratıcısı olması gereken üniversiteler devlet veya sermaye tarafından bütçelendirilmenin diyeti olarak,  özgür ve özerk bir strateji izlemekte zorlanmaktadır. PISA ve TIMSS gibi sınavlar, ülkelerde kompleks oluşturarak, eğitim sistemlerinin tüketim ekonomisine eklemlenmesinde araç olarak

kullanılabilmektedir. Müfredatlar giderek küresel ekonomilerin sürdürülebilirliğini sağlamaya yönlendirilmektedir. 21. Yüzyıl becerileri “insan olma” ekseninden dijital kapitalizm eksenine doğru kaymaktadır.

Öğretmen okulları ve köy enstitüleri gibi çok güçlü tecrübelere sahip olan Türkiye Cumhuriyeti de elbette küresel düzeydeki eğitimsel oluşumlardan etkilenecektir. Ancak etkilenmekle savrulmak arasındaki fark, bu denli güçlü deneyimleri olan bir ülke için

önemlidir. Bizim artık yeni inşa edilen her ülkede olduğu gibi mühendislik projelerine odaklanmaktan biraz sıyrılıp, zihinsel ve ruhsal inşa meselesine el atmamız gerekmektedir. Bu ülke, dev alışveriş merkezlerinden, devasa konut projelerinden, çok katlı köprü ve geçitlerden etkilendiği kadar uygarlığa katkı yapmaktan da etkilenmelidir. Eğitim için ulusal seferberlik en acil meselemiz olmak durumundadır. Gerçek bir eğitim reformu, en acil ve öncelikli projemiz olmalıdır. Özgün olan, farklı olan, diğer ülkelerden değişik olan tek sermayemiz kültürümüz, tarihimiz ve coğrafyamızdır. Bunlardan yola çıkarak dünya uygarlığına yeni bir tasavvur armağan edecek bir bakış açısını içselleştirmeliyiz. Unutmayalım ki şimdilerde övündüğümüz her şeyin çok daha iyisini yapan ve yapacak olan onlarca ülke var. Bizi farklı kılan, değerlerimiz, sosyal kalıtımımız ve sermayemizdir. Artık, tanklarla, parklarla, alt geçitlerle, köprülerle, fabrikalarla değil, yoksula fırsat eşitliği sağlayan, emeği öne çıkaran adil bir eğitim düzeniyle kendimizi ifade edebilmeliyiz.

Bu tür cümleler eminim bir çok mecrada sarf edilmiştir. Ancak yeterince etkilenmiyoruz ki eğitimi belirli günler ve haftalarda anma nesnesi olmaktan çıkaramıyoruz. Yeterince etkilenmiyoruz ki, Türkiye Cumhuriyeti son 30 yıldır Milli Eğitim Bakanlığı bütçesinden yatırıma ayrılan bütçenin oranında ciddi bir artış gösterememektedir. Bütçede görülen artışlar yatırım dışı alanlardaki giderlerden kaynaklanmaktadır. Bize bir çıplak uyarıcı lazım. Bize kral çıplak diyen biri lazım. Belki de bize bir Sputnik lazım.  1957’de Ekim Devriminin yıldönümünde Sovyetler Birliği Sputnik1 roketini uzaya gönderince, ABD eğitiminde büyük bir şok yaşanmıştı. “Neden uzaya roket gönderen ilk ülke biz olamadık” dediler. Bu şokun sonucunda eğitimde yeni bir paradigmaya geçen ABD’nde büyük yatırımlar yapıldı. Bu yatırımlar o dönemler daha ziyade temel bilimler alanında yoğunlaştırıldı. Bu ivme Clinton,

Bush ve Obama dönemlerinde artarak devam etmektedir. Türkiye’nin Sputnik’i ne olacak? Türkiye ne olursa eğitim siyasetini yeni bir vizyonla buluşturacak? İşte bu forumda yukarıdaki soruların cevabını arayacağız hep birlikte.