Türkiye’yi Yeniden Yapılandırırken Nasıl Bir Eğitim?

Charles Handy’nin ‘Bu yeni yüzyılda kazananlar ‘dünyayı icat edenler’ olacaklardır, ‘ona tepki verenler değil’ sözünü ilk okuduğumda, düşlediğim gençlik profiliyle ne kadar da örtüştüğünü düşündüm. Türk Eğitim Derneği Genel Başkanı olarak gerek okullarımızın niceliksel artışı, gerekse nitelikli eğitimin her geçen gün artırılabilmesi için ortaya koyduğum yoğun çabanın ana eksenini hep ‘nasıl bir gençlik yetiştirmeliyiz?’ sorusu oluşturmuştur. Öyle bir gençlik yaratmalıyız ki, yeniliklere ve değişimlere tepki verip onlarla başa çıkmaya çalışmak yerine dünyayı icat etmeliler, geleceği yaratmalı ve geleceğin sorumluluğunu üstlenmeliler. ‘Gençliğimiz şekillenmekte olan geleceğe hazırlıksız yakalanmamalı, geleceğin seyircisi değil tasarımcısı olmalı’ diyerek düşüncelerimi paylaştığımda genellikle ilk söylenen ‘Şimdiki sistem içinde böyle bir gençliği yetiştirmek zordur, pek çok engelle baş etmek zorundasınızdır’ olmuştur. Oysa ben geleceğin ne olacağını tahmin etmenin değil, yaratabileceğim geleceği hayal etmenin önemli olduğunu düşünmüşümdür hep.

Ülkemin gençliğini artık geleceğe hedefsizce ilerlerken, fırsatları kaçırırken ve krizlerle boğuşurken görmek istemiyorum. Mademki artık, bilginin her gün değiştiği bu yeni dünya düzeninde ‘ya değiş, ya yok ol’ anahtar cümle olmaya başlamıştır ve mademki, dünün başarı formülleri, yarının başarısızlık formülleri olmaya başlamıştır, bizim aklımız da gelecekte olmalıdır. UNESCO 21. yüzyıl eğitim hedeflerini; bilmeyi öğrenme, yapmayı öğrenme, olmayı öğrenme ve birlikte yaşamayı öğrenme olarak belirlemiştir. Yani, hedeflerin tümü ‘öğrenme’ üzerinedir. O halde, bizim eğitim sistemimizin odak noktasını da öğrenme oluşturmalıdır. Bilgi devrimi, çocuklarımızın öğrenme tarzlarında çok büyük bir değişime yol açmıştır. Okullardaki öğretim şekilleriyle, öğrencilerin öğrenim tarzları arasındaki farklılıklar ‘gerçek öğrenme’ yerine ‘sözde öğrenme’ ye yol açmıştır.

Okullarımız dünyadaki pek çok sorunun cevabının bulunduğu, öğretmenin tüm cevapları bildiği varsayımı üzerine tasarlanmış, her şeyin tek bir doğru cevabı olduğu üzerine yapılandırılmıştır. Oysa, oyunun kendisi değişmiştir, hatta yeni kurallar yazılmaya başlanmıştır ama biz oyunu hala eski kurallarla oynamaya çalışmaktayız. Yapılandırmacı felsefenin Türkiye’de uygulama alanı bulması 10 yılı aşmamıştır. Çoklu zeka kuramı Amerika’dan birkaç yıl sonra ülkemizde uygulama alanı bulmuştur. O halde, eğitim alanındaki felsefe, yaklaşım, yöntem ve tekniklerin hepsinden tüm dünya ülkeleri ile aynı anda haberimiz oluyor. Ne yapılacağını biliyoruz, nasıl yapılacağını da biliyoruz ama yapamıyoruz ya da yapmıyoruz. Ortak bir irade ortaya koyup sorunların üstesinden gelmiyoruz. Eğitimle hiç tanışmamış yüz binler, sekiz yıllık ilköğretimi, dört yıllık orta öğretimi ve yükseköğretimi bitiren milyonlar ne kazanmışlardır? neleri yapabilir olmuşlardır? hangi problemlere, hangi çözümleri üretebilir hale gelmişlerdir? Edilgen, atıl durumda olan bilgi, yeterince iyi edinilmiş bile olsa hiçbir işe yaramadığı için bireyi ve toplumu mutlu etmekten uzak kalmıştır.
Şu anda eğitimde gelinen nokta şudur: eğitim için gerekli tüm altyapı sağlanmaktadır. Öyle ki, kaç kişinin okuma yazma bildiği ya da okula devam ettiği gibi bilgiler bir övünç kaynağı oluşturmaktadır. Bilim ve gerçekler öğretilmektedir. Bu sistem içinde çocuklarımız tabii ki öğrenmektedirler. Ancak, burada odak noktası, onların bilgi toplumunun gerekleriyle baş edebilmek için ne kadar ‘etkin’ ve değişime uyum sağlayacak şekilde ne kadar ‘hızlı’ ve ne kadar ‘nitelikli’ eğitim aldıkları olmalıdır. İnsan yetiştirme düzenimizin ne tür bireyler yetiştirmesi gerektiği konusunda farklı listeler oluşturulmakta, reçeteler sunulmaktadır. Oysa, benin düşlediğim sistemde, çıktıya dayalı olarak çağın gereklerine uygun özelliklerle donatılarak yetiştirdiğimiz çocuklar tarafından ne ölçüde içselleştirildiğinin değerlendirilebilmesidir. Öğrenme bireylerin içinde gerçekleştiğine, algılama özellikleri biricik olduğuna göre, öğrenmenin ne derece gerçekleştiği ancak tutum ve davranışlarda meydana gelen değişikliklerle gözlenebilir. Ne dersler ne de sınavlar bir bireyin ne kadar öğrendiğini ölçebilir nitelikte değildir. Bir bireyin eğitilmesi denince, onun belli bir kalıba dökülerek ve belli bir modele göre koşullandırılması, faklılıklarının bilenmesi yerine törpülenerek yok edilmesi, tek tip, adeta aynı tornadan çıkmış, dünyayı tek bir bakış açısıyla gören, işlerin yapılışında aynı yolu izleyen, kullandığı yöntemler ve düşünme sistemleriyle diğerlerinden hiçbir farkı olmayan bir sistem anlaşılmaktadır. Oysa, düşünü kurduğum sistem içinde okullarımız, çocuklarımızın kendi değerlerinin farkına varmasını sağlayan, bireyselliği pekiştiren, girişimciliği destekleyen, her çocuğu bireysel özellikleri ve farklılıkları göz önünde bulundurularak doğru yöntemlerle işlenmesi gereken bir varlık olarak ele alan kurumlardır.

Eğitimle ilişkilendirilen ‘Başarı nedir?’ sorusunun cevabı ne yazık ki, sınavlarda içi doldurulan boşlukların doğruluk sayısının çokluğuna indirgenmiştir. Oysa, benim hayalini kurduğum gelecekte, başarının anlamı çocuklarımızın 10-15 yıl sonra kendilerine, ailelerine ve ülkelerine faydalı birer birey olmayı ve dünya vatandaşı olmayı ne kadar başarabildikleri, işlerinde ve özel hayatlarında ne derece mutlu olduklarıyla doğru orantılıdır. Geleceği yaratırken o geleceğe hizmet edecek bir eğitim sistemi yaratmalıyız. Kendi ilkelerimizi ve değerlerimizi sorgulama zamanı çoktan gelmiştir. ‘İlke merkezli’ bir yönetim anlayışı oluşturmalıyız. Gelecek daima değişken, hareketli, bulanık ve sürekli devinimi olan bir süreç olduğuna göre ilke merkezli proaktif bir anlayış, geleceğe dönük geri adımların atılmadığı, belirsizlik düzeyi yüksek ve çalkantılı bir ortamda nereye gitmekte olduğumuz konusunda bir yol haritasının oluşmasına olanak sağlayacaktır.
Şu anki genel görünümüyle eğitim sistemimiz, hiç bir yere gitmeyen, hiç bir şey üretmeyen, elle tutulur sonuçları olmayan, tam bir eylemsizlik içinde bulunan, yüz binlerin kitleler olarak görüldüğü, potansiyel geleceğin heba edildiği, populist yaklaşımlardan ve siyasi ranttan beslenen bir yapı içinde işlevini sürdürmektedir. Eğitim sorununun çözümünü bilgisayarların sınıflara yerleştirilmesinde arayanların yanıldıkları kısa sürede ortaya çıkmıştır. Oysa benim hayalini kurduğum gelecekte, gençliğin eğitimi yasal, finansal ve yapısal olarak bütünsel bir yaklaşımla kurgulanmış olacaktır. Hem küresel hem yerel olmalarını, hem özerk olmalarını, hem ekip halinde çalışmalarını sağlayacak, çelişkiler arasında bocalamak yerine zıtlıkların uzlaşmasının zenginliğini sağlayacak bir yol haritası eşliğinde kurgulanmış bir sistemde yol alınacaktır. Bu yapamazlık ortamından kurtulmuş ortak bir inisiyatifin yaratıldığı bir eğitim sistemi oluşturulacaktır.
Bugünle geleceği birbirine bağlayacak ve değişimi sağlayacak en önemli unsur hızla ilerleyen ve değişen dünyada artık tek gücün silah değil beyin olduğunun anlaşılmasıdır. Beyin gücünün maliyeti her geçen gün artmaktadır. Bilginin edinilen bir mülk olduğu, ve bu mülke yatırım yapmanın önemi kavranmış olmalıdır. Her birey onu yeniden elde etmek durumundadır. Bilginin yayılma hızı düşünüldüğünde artık okulların da üniversitelerin de rekabetçi olmaları gerekmektedir. Bilgiye dayalı ekonomide geleneksel, el becerilerine dayalı işler yerini ileri teknoloji gerektiren bilgi yoğun işlere, mavi yakalı işçiler yerini, ve ‘bilgi işçilerine’ bırakmıştır. Bilgiye nasıl ulaştığımız önemini kaybetmiş, onu kullanıp kullanamadığımız ya da nerede ve nasıl kullandığımız önem kazanmıştır. Avrupa Birliği’nin ‘eğitimde kaliteye’ bakış açısında aktif yurttaşlık, istihdam ve sosyal bütünlük için temel becerilerin ön plana çıktığı görülmektedir. İnsan kaynağına yatırım yapan ülkeler yeni alanlarda istihdam ve üretim yaratabilen, sürdürülebilir bir ekonomik kalkınma kaydeden, vatandaşlarına kaliteli bir eğitim, sağlık ve diğer sosyal alanlarda hizmet sunabilen ülkelerdir.
Benim haylini kurduğum Türkiye’de, eğitim politikası üretenlerin yetkin ellerinde eğitim sistemi nitelik ve nicelik bakımından sürdürülebilir bir ekonomik kalkınmayı ve küresel ekonomide rekabet edebilmeyi sağlayacaktır. Kat edilmesi gereken mesafenin çok uzun olduğu açıktır, ama hayallerimizle geleceği kendimizin yaratabileceğimize inandığımızda hiçte imkansız değildir.