Seçim Kurtarmak mı, Nesil Kurtarmak mı?

Bir ülkenin gücünü değerlendirirken yalnızca fiziksel ve finansal sermayelerini dikkate alan bir yaklaşım, o ülkenin asıl gücünü oluşturan ve görünmez varlıkları temsil eden beşeri sermayeyi göz ardı etmek demektir. 1990’lı yıllardan itibaren gittikçe daha çok kabul görmeye başlayan ‘içsel büyüme’ (endogenous growth) modeli ‘beşeri sermaye bir kez üretildikten sonra kullanılırken ek bir maliyete katlanılması gerekmeyen bilgidir’’ noktasından hareket etmektedir. Üstelik diğer sermaye türlerinden farklıdır, çünkü kullanıldıkça tükenmemekte, değeri daha da artmaktadır. Bu gerçekten hareketle, Türkiye’nin en öncelikli hedefi insan sermayesine yatırım yapmak, Türk insanını düşük ücretli hizmet sektörü çalışanları konumundan çıkarıp küresel dünyada yüksek rekabet gücü sağlayacak becerilerle donatıp bilgi işçisi konumuna taşımak olmalıdır. Oysa Türkiye’de eğitim ne yazık ki, sürekli rejim ve ekonomiyle ilgili sorunların gölgesinde kalmakta, ideolojik kazanımlar için bir araç olarak kullanılmaktadır. Bunun son örneği, geçtiğimiz aylarda yaşanmıştır. Küresel mali kriz ve seçim yegane odak noktası olmuş, eğitimle ilgili pek çok sorun ve 21. yüzyılda savaşların artık silahlarla değil, iyi eğitilmiş beyinlerle yapılmakta olduğu gerçeği bir kez daha göz ardı edilmiştir.

Bazı istatistiki veriler durumun vahametini çok net bir şekilde ortaya koymaktadır. Türkiye’de 70,5 milyonluk toplam nüfusun 19 milyon 935 bin 277’si (TÜİK:2008) çeşitli öğretim kademelerinde eğitim-öğretim hizmeti almaktadır. 2023 yılına dair öngörülerde nüfusun yaklaşık % 70’inin çalışma çağında olacağı belirtilmektedir. O halde, önümüzde 14 yıllık bir demografik fırsat penceresi bulunmaktadır. Ne yazık ki, bu fırsat penceresi giderek kapanmaktadır, çünkü ülkemizde çağ nüfusunun %10,23‘ü hala zorunlu eğitim dışında bırakılmıştır. Toplam nüfusun %12,6’sı okuma-yazma bilmemektedir. 6-17 yaş grubunda 78 bin çocuk ücretli, maaşlı ya da yevmiyeli olarak tarım sektöründe çalışmaktadır. 17.636 okuldaki birleştirilmiş sınıflarda 646.410 öğrenci öğrenim görmektedir; yani, bir öğretmen 1. sınıftan 5. sınıfa kadar tüm öğrencilerle bir sınıfta, tahtayı beşe bölerek ders yapmaktadır. 807 ilçede 667.537 öğrenci taşımalı eğitim görmektedir. ‘OECD 2008: Bir Bakışta Eğitim’ raporunda 25-64 yaş arası işgücünün eğitimi göstergelerine göre OECD ülkelerinde ilköğretim mezunu oranı yüzde 31 iken, Türkiye’de yüzde 73’tür. OECD ülkelerinde yüzde 42 ortaöğretim mezunu bulunurken, Türkiye’de oran yüzde16!dır. OECD ülkelerinde yüksek öğretim mezunu işgücü yüzde 24 iken, Türkiye’de yüzde11’dir. Milli Eğitim Bakanlığı’nın merkezi bütçedeki yeri yüzde 10,5 dolayındadır. Dünya Bankası ve TÜİK tarafından yapılan çalışmalarda, özel harcamalar da dikkate alındığında, Türkiye’de GSYİH’dan eğitime ayrılan pay yüzde 7,2 olarak hesaplanmaktadır. Bu oran OECD ülkeleri içinde Güney Kore ile birlikte, GSYİH’dan eğitime harcanan en yüksek orandır. Ancak, var olan imkanlarla yapılanlara bakınca ülkemizdeki kaynak israfı açıkça görülmektedir.

Bu veriler eğitim sistemimizin içinde bulunduğu durumu ve gelecekle ilgili iddialarını kaybetmeden sorunların ivedilikle ele alınması gereğini net olarak göstermektedir. ‘Küreselleşme’ yerine ‘küreselliğin’ hakim olduğu ve kurumların yeniden yapılandırıldığı bu yeni küresel sistemde, Türkiye ileride eğitimsizlik ve sonrasında işsizlikle boğuşan bir ülke konumundan çıkmak için ortaya ortak bir irade koymak zorundadır. Eğitemeyen bir eğitim sistemini eğitebilir kılmak için yapılacaklar çok açık ve nettir. Ulusal bir programın oluşturulması için hedefi iyi belirlenmiş stratejilere ve siyasi ranttan, popülist yaklaşımlardan arınmış ortak bir iradeye ihtiyaç vardır. Bu ortak irade mümkün kılındığında, eğitime aktarılan kaynaklarla birlikte, insan sermayesinin de har vurulup harman savrulmasının önüne geçilecek ve eğitim sistemi, bilgi çağının istihdam alanlarının gerektirdiği becerilerle donatılmış nitelikli işgücü yaratabilecektir. Aslında ihtiyacımız ‘seçim kurtarmayı bırakıp, nesil kurtarmaya odaklanacak’ siyasi kimliklerdir.