Etiket arşivi: Sınav Sistemi

Sınav sisteminin tutsağı olmak ya da olmamak… İşte bütün mesele bu!

Son 20 – 30 yıldır ülkemizde hüküm süren sınav sisteminin, eğitim sistemimiz üzerindeki etkisi değerlendirildiğinde karşımıza şu tablo çıkmaktadır: şu anki haliyle sınav sistemi öğretimin tüm kademelerinde – ilköğretim, orta öğretim ve yükseköğretim – eğitim sistemini tutsak almış durumdadır. Bu konuda öyle bir noktaya gelinmiştir ki, eğitim sisteminin varlık nedeni öğrencilere hizmet etmek olmalıyken, bu haliyle tam tersi bir durum yaşanmaktadır ve öğrenciler sisteme hizmet etmektedirler.

Seviye Belirleme Sınavı (SBS) ya da Öğrenci Seçme Sınavı’nda (ÖSS) alınacak notlara odaklanmış bir öğretim, eğitimin öncelikli amaçlarının gerçekleşmesinde en önemli engeldir. Sınavların etkisi tüm eğitim sistemine öylesine hükmetmektedir ki, öğrencilerin en önemli becerisi test çözerken dört yuvarlaktan birini seçip dışarıya taşırmadan içini doldurmak olmuştur. Gerek veliler, gerekse öğretmenler ve dolayısıyla öğrenciler için ‘başarı’ kavramı sınavlardan alınan sonuçlara indirgenmektedir.

Özellikle dershanelerin ve okulların, SBS ya da ÖSS sonuçları açıklandığında, “Şu kadar birinci çıkardık” ya da “Şu kadar öğrencimiz ilk bin kişi içinde yer alıyor” türünden söylemlerde bulunması ‘başarı’ kavramının sınavda alınan puana endekslendiğinin en önemli göstergesidir. Eğitimin öğrencileri ‘hayata hazırlama’ yönü bütünüyle ihmal edilmekte, ‘sınava hazırlama’ yönü öncelikli ve nihai amaç olmaktadır.

Zaten niteliğinin düşüklüğü en temel sorun olan öğretim, SBS/ÖSS baskısı altında işlevini iyiden iyiye yerine getiremez hale gelmektedir. Bu mevcut adaletsiz yarışta maddi imkânı yüksek olan öğrenciler dershaneler ve özel derslere devam ederek maddi imkânı olmayan öğrenciler karşısında avantajlı duruma geçmektedirler. Tüm bu manzara karşısında öğrenci, öğretmen, veli ve yönetici gibi sistemin içinde olan kesimler yıllar içinde kronikleşmiş bu sorunla yaşamaya alıştırılmış ve öğrenilmiş bir çaresizlik içinde bırakılmışlardır.

Sistemin en üst kademesini oluşturan yükseköğretime geçişte 1998 ile 2008 yıllarının karşılaştırması aslında tabloyu çok net bir şekilde ortaya koymakta ve ne yazık ki hiçbir yol kat edilmediğini göstermektedir. Buna göre:

• 1998 yılında ÖSYM’ye başvuran sayısı 1 milyon 317 bin 490 idi. Üniversiteye giriş sınavı iki aşamalıydı: Birinci aşama ÖSS, ikinci aşama ise ÖYS olarak adlandırılıyordu. İkinci aşama sınavına girmeye hak kazananların sayısı 604 bin 033, lisans 160 bin 070 ve ön lisans 94 bin 719 olmak üzere toplam kontenjan 254 bin 789 idi. Yerleşen öğrenci sayısı 236 bin 960, boş kalan kontenjan ise 17 bin 829 idi.
• 2008 yılında ise ÖSYM’ye başvuranların sayısı 1 milyon 644 bin 073’e ulaşmıştır. ÖSS ve Yabancı Dil Sınavı’nda (YDS) tercih yapan 1 milyon 179 bin 944 adaydan 286 bin 363 aday lisans programlarına yerleşirken, 674 bin 861 aday açıkta kalmıştır.
• 1998 yılında yükseköğretim bütçesinin toplam bütçe içindeki payı yüzde 2,9; GSMH içindeki payı yüzde 0,86’dır.
• 2008 yılında ise, toplam bütçe içindeki payı yüzde 3,2; GSMH içindeki payı yüzde 0,74’tür.

Son on yıl içinde bir arpa boyu mesafe alınamamışken, sorunun çözümü için bu yıl itibariyle alınan tedbirler yalnızca şunlarla sınırlı kalmıştır:

• 2009 yılından itibaren geçerli olmak üzere üniversite sınavı kapsamında baraj puanı 160’tan 145’e indirilmiş, soru sayıları/ağırlıkları değiştirilmiş ve (niteliksizlik sorununun artacağı kaygısıyla üniversitelerden gelen tüm itirazlar göz ardı edilerek) kontenjanlar artırılmıştır.
• 2010 yılından itibaren uygulanmak üzere yükseköğretime geçişte iki aşamalı sınav sistemi uygulanması kararı alınmıştır. Birinci aşama ‘Yükseköğretime Geçiş Sınavı’ (YGS) olarak adlandırılmış, ikinci aşama ise ‘Lisans Yerleştirme Sınavları’ (LYS) olarak adlandırılan 5 ayrı sınavdan oluşturulmuştur.

Yapılmak istenen bu değişikliklerin, seçme kriteri ne olursa olsun ya da sınav sayısı kaça çıkartılırsa çıkartılsın, bu sınavlarda başarısız olan öğrencilerin açıkta kalacağı ve üniversite önündeki yığılmaya ya da kalite sorununa çözüm olamayacağı çok açıktır. 28 ildeki 41 lisenin 2008 yılındaki ÖSS’de 4 yıllık okullara tek bir öğrenci bile yerleştirememiş olması eğitimdeki nitelik sorununun büyüklüğünün en net göstergesidir.

Nüfus projeksiyonlarına göre 2015 yılında yükseköğretim çağındaki nüfus (19-22 yaş) yaklaşık 5 milyon 250 civarında olacaktır. Şu anda Türkiye’de 94 devlet ve 38 vakıf üniversitesi bulunmaktadır. Yükseköğrenimde okullaşma, her ile bir üniversite açarak o ilin kalkınmasını sağlamaya çalışmak üzerine kurulu oldukça da, ya pek çok üniversitenin kontenjanları boş kalmakta (2008 ÖSS’de 24 bin 361 kontenjan boş kalmıştır) ya da öğretim elemanı eksikliği yüzünden nitelikli bir eğitim verilemediği düşüncesiyle büyük illerdeki belli başlı üniversitelerin mezunları dışındakiler iş bulamamaktadır.

Pek çok kurum ve kuruluşun eleman ararken verdikleri ilanlarda belli başlı üniversitelerden mezun olanları tercih etmeleri bunun en belirgin göstergesidir. Üniversite mezunu işsizlerin oranı yüzde 40 civarındadır. 2007-2008 yılı itibariyle tüm üniversitelerde okuyan toplam öğrenci sayısı ise 2 milyon 497 bin 473’tür. (Kaynak: yok.gov.tr)

Yükseköğretimde net okullaşma oranı 2006-2007 yılı itibariyle yüzde 20,14’tür. Bu oran Belçika’da yüzde 56, Fransa’da yüzde 51, Almanya’da yüzde 46, Güney Kore’de ise yüzde 52’dir. (Kaynak: OECD 2008) Türkiye’de 15-24 yaş arası 12 milyon genç bulunmaktadır. Gerekli tedbirler alınmadığı takdirde ya üniversiteyi kazanamadığı için ya da üniversite mezunu olup ta ‘boşta’ kaldığı için atıl, amaçsız, mutsuz ve çaresiz Türk gençliğinin sayısı katlanarak artacaktır.

Bugünkü şartları değişmez olarak kabul etmek ve sınav odaklı bir çözüm aramak, tüm öğretim kademelerinde sınav odaklı öğrenci, sınav odaklı veli, sınav odaklı öğretmen ve sınav odaklı öğretimin devam etmesini daha baştan kabul etmek anlamına gelmektedir. Sınav sisteminin tutsağı olmaktan kurtulmak ise sorunun çok boyutlu ve geniş çaplı ele alınmasıyla mümkün olacaktır. Çözüm önerileri sunulurken genellikle yapılan yanlış ‘ne’ yapılması gerektiğine yoğunlaşılması, ‘nasıl’ yapılacağının göz ardı edilmesidir.

Bu bağlamda ‘nasıl’ sorusuna yanıt oluşturabilecek somut bir çözüm önerisi şu şekilde özetlenebilir: Bugün, aşağıdan yukarıya, zincirleme bir sebep-sonuç bağlantısıyla işleyen sınav sisteminde bir öğrenci SBS’den yüksek puan almak zorundadır ki, Anadolu ve Fen Lisesi gibi öğretim programları açısından nitelikli olduğu düşünülen liselerde öğrenim görebilsin. Ve öğrenci bu tür liselerde öğrenim görebilsin ki, bir yükseköğretim programına yerleştirilmesinin ön koşulu olan ÖSS’den yüksek bir puan alabilsin. Bu işleyişe paralel olarak, sistemin bir yan ürünü olarak doğmuş olan dershanelerde yine sınavlara girip iyi bir dershaneye kabul edilsin. Sınavlara hazırlık için yapılan 10 milyar dolarlık bir toplu maliyet ve üniversiteye giren 1 buçuk milyondan fazla öğrencinin yalnızca 250 binden fazlasının dört yıllık bir lisans programına yerleştirilebildiği düşünüldüğünde, bu sistemin getirisinin çok düşük olduğu açıkça görülmektedir.

2009 yılı itibariyle 81 ilde toplam 4.282 dershane bulunurken, ortaöğretim okullarının sayısının 3.690 olması sistemdeki çarpıklığı açıkça ortaya koymaktadır. Bu zincirin kırılması ise SBS uygulamasının derhal ve tamamen kaldırılmasıyla mümkün olacaktır.

Peki, bu nasıl yapılabilir? Belli sayıda ve zaten başarılı olan bir grup öğrenciyi Anadolu Liseleri’ne toplayarak ayrımcılık yaratmak yerine, Lizbon 2010 kriterleri doğrultusunda eşitlikçi bir eğitim politikası kapsamında genel lise programları iyileştirilebilir ve yabancı dil ders saatleri artırılabilir.

Böylelikle sistem içindeki tüm öğrenciler iyi bir öğretim ortamından yararlanabilirler. Anadolu Liseleri’nin üniversiteye girişte avantajlı durumu ortadan kalkacağından bir ortaöğretim kurumuna yerleşmek için rekabet ortamı da doğal olarak sona erecek, bunun sonucunda da SBS işlerliğini yitirecek ve kendini otomatik olarak imha edecektir. Fen Liseleri ise sayıca az oldukları için öğrenci seçme ve yerleştirme gereği olacağından, sınav kriterlerinin yüksek tutulması halinde sınava hazırlanacak öğrenci sayısı az olacaktır. Bunun sonucunda, ailelerin maddi sınırlarını zorlayarak, olmazsa olmaz saydıkları için gönderdikleri dershaneler işlevini yitirecektir.

Mesleki ve teknik öğretim veren liselere girişte ise bir yarışma sınavı yerine, o mesleğin gerektirdiği temel becerilere ne derece sahip oldukları belirleyici bir unsur olarak kullanılabilir. Kısaca, ortaöğretimde, öğrencileri bir üst akademik öğretime hazırlayacak genel liseler ile bir mesleğe hazırlayacak meslek liseleri olarak ikili bir yapı oluşturulabilir. Üniversitelerde yapılacak sağlıklı kontenjan artırımı ve nitelikli üniversite eğitiminin alt yapısının hazırlanmasına da ivme kazandırılabilir. Sonuç olarak, mevcut sistem içindeki koşulların değiştirilmesi ve iyileştirilmesi sağlanabilirse, sınav sistemi daha adil ve fırsat eşitliğini göz önünde bulunduran, eğitim sistemini tutsak almak yerine sisteme hizmet eden yeni bir yapıya kavuşacaktır.